Mezartaşı
Masanın üzerindeki mezeler, hafif hafif azalmaya başlamıştı. Acı biberli - yoğurtlu patlıcan ezmesi pek dikkat çekmediyse de, sarımsaklı deniz börülcesi tabağı bomboştu. Güneş batalı belki bir otuz dakika olmuştu. Tatlı bir kızıllık, uzakta, ufuk çizgisinin üstünde geceyi çağırıyordu. Karadan denize doğru esen tatlı bir rüzgar, tüm günü sıcak altında geçiren insanların içini rahatlatıyordu.
Gözlerini kapattı. Çevresindeki çatal-bıçak seslerinin ötesinden, belli belirsiz tıkırdayarak limana giren bir yelkenlinin sesini duymaya çalıştı. Suyun tatlı sesini duymaya çalıştı. Uzak bir koydan, tüm günün yorgunluğunu bırakmış olarak ana kucağına girer gibi, sevgili koynuna girer gibi, limana dönmenin o derin nefesini çekti içine....
Beyaz sakallarının arasına purosunu aldı, bir nefes çekti, denizin tuzu ve yosunu için...
İlk çocuğu, artık onsekizine az kalmış, sarışın tatlı bir kız çocuğuydu, "Geçen hafta düştüğüm yer hala sızlıyor babişko" dedi.
"Sızlar" kızım dedi, "yaşlandıkça daha da zor iyileşir. Kaç yaşındaysan o kadar gün sürer iyileşmesi..."
"Ne yani sen şimdi ellidört yaşındasın, iki ay mı sürecek iyileşmen?"
Elli dört yaşında olduğunu bir an daha da derinden hissetti. Bak onsekiz yaşına gelmiş bir kızı var artık. Bak, saçı sakalı ağarmış, hayatını bir kutuya koymuş bir adam olmuş. Bak, en büyük heyecanı bir sahil kasabasında sessizce oturmak, gitmediği-gidemediği o uzaklara bakmak olmuş.
Bak artık, ellidört yaşında, ölüme bir adım daha yakın, hayatın çoğunu geride bırakmış bir adam olmuş.
Babası altmış yaşında ölmüştü. Yeri cennettir inşallah ama sanatla uğraşmasına en çok o karşı çıkmıştı. Dükkanların başına geçse ne iyiydi aslında ? Az çok yer içerlerdi. İstiyorsa evde çalırdı gitarını, sazını..Dedesi de, kendisi hiç görmedi, altmışa birkaç gün kala rahmetli olmuş. Ve onun babası da altmışı görememiş.
Küçük amcası, çok severdi onu, kırkı bile görememişti. İkizi gibi benzediği büyük amcası da ellilerin sonunda bir kalp krizine kurban gitti..
Yani ellidört yaşındaysa... Bir altı yıl daha var..
Sadece altı yıl. Nasıl geçtiğini bilmediği ellidördün yanında, bir altı yıl...
Yıllar önceydi, babası ile ailenin diğer büyüklerinin mezarını ziyarete gittiler.
Şehrin iki yüzyılı aşkın zamandır hizmet veren mezarlığına birlikte gittiler. Belki her yıl aynı dönemde, Ramazan bayramında, geldikleri şehrin dışındaki bu mezarlık, her seferinde o eşsiz aynılığı, değişmezliği ile onu hep hayrete düşürdü.
Uzun, tatlı gölgeleri ile selvi ağaçları, tatlı bir çayırı andıran bir yeşil, taze çiçekler arasında birer tümsek, taş ve çıkıntıdan ibaret mezarlar. Her gün bir yenisi gelen, her an değişen o derin değişmezlik.
Bahardı, kuşların tatlı cıvıltısı hayata dair derin birşey anlatıyordu. Derin ama anlaşılması güç, zor ve anlaşıldığında yıkan, yok eden, parçalayan birşey.
Adım adım, mezarlara basmama çalışarak yürüdüler. Babası, yıllar boyunca o küçük şehirde, manifaturacı dükkanında, o yıpranmış cetvel ile, aynı raflardan kumaşlar çekerek, aynı yüz ifadesi, aynı sözler ve aynı tavır ile aynı insanlara her günün değişen ama değişikliği o ufak şehre geç gelen moda kumaşlarını sattı.
O şehir, o insanlar ve o insanların babaları, dedeleri, çok ufak ama çok önemli farklar ile birbirinin tamamlayan o hikayeleri, son derece önemliymiş gibi dinlenen geçmiş bir bütünsel hafızayı oluşturuyordu.
Artık çoktan göçmüş gitmiş insanların birbiri ile olan ilintileri, alakaları, akrabalıkları, yaşanan ufak büyük olaylar, bir kentin, o kentteki toplumun ortak hafızası hatta bir din kitabı gibi kayıt altına alınıyor, tekrarlanarak ezberleniyor ve çoğalıyordu. Bir kısmı, hayata dair temel öğretilerin olduğu öykülere dönüşüyor ama skandallar, büyük olaylar, çirkinlikler ve rezaletler, çok gerekmedikçe söylenmiyor ve tertemiz bir kumaş gibi tutulmaya çalışılan ortak geçmişten zoraki bir unutturma ile yokediliyordu.
Ancak herkes ölüyor, hatırladıklarını anlattığı ve olaylar içindeki payı kadar hatırlanmak ve nihayetinde hatırlayanların varlığı ve olayın ifade ettiği kıymet kadar bir süre daha bir yerlerde kelime kelime, cümle cümle geçiyor, sonradan yok oluyordu.
Mermer mezar taşları, insanların isimlerini bir süre tutuyor, oğullar ve akrabaların ziyaret ettiği o onbeş - yirmi yıllık süre boyunca temiz, diri ve güzel tutuluyordu. Sonra? Sonra hatırlayan, önemseyen kimse olmayınca, mezar taşları bir yana doğru eğiliyor, bükülüyor ve zamanla kaybolmak üzere itiliyordu.
Adım adım mezartaşları arasında yürürken, tanıdık yüzleri arar gibi, tanıdık isimleri arıyordu. Ellili yaşlarını aşmış bir insanın arkadaşları yada arkadaşlarının babaları, anneleri oralardadır. Onların taşlarına bakınca yüzleri, gördüğü o kısacık anlar ve o insanların ölmeyecek gibi, yok olmayacak gibi duruşlarının anlamsızlığı geliyordu aklına. Oysa kendi duruşu ve kendi ölümsüzlük hissini çağırmıyordu o taşlar bir türlü.
Ve mezar taşlarının anlattığı hikayeler vardı. Kimisinde, diyebiliriz ki bir çoğunda, doğum yılı ve ölüm yılının altında ismi, Kur'an'dan bir iki kelime -Hüvel Baki- ve belki bir dua bulunuyordu.
Bir kısmında ise özlü sözler, bazen bir şiir "Ben de sandım kalacağım dünya da/Meğer ne varsa hepsi ettiğim duada"
Gidenin kalana bir çığlık ile "ölümlüsün unutma" diye bağırmasına benzeyen bu sözlerin hepsi, istisnasız, vefat edenin hiç haberi olmadan, sadece mezarcının "sanat merakından" ve "mesaj kaygısından" kaynaklanmıyor olsa, sahici ve ürpertirici dururdu. Oysa giden değil kalanların bir anlık rahatlama ve huzur bulma çabasından başka bir şey değildi.
Adım adım yürüdükçe, farklı taşlar da gördü. Üzerinde isimdan başka bir de ünvan, rütbe yazanlar.
"Emekli Albay Necmi Taşköprülü"
yada
"Opr. Dr. Hulusi Soylu"
"Ölünün emeklisi nasıl oluyor'" diye düşündü. Sonra bir iki mezar taşı daha, ama bu kez üzerinde mesleğe dair bir resim,tiyatrocu, müzisyen, doktor yada asker...
Mezarlığın içine doğru girdikçe, artık kapı ve mezarlığın dışı kayboldu. Öyle bir an oldu ki, artık gözünün gördüğü her yer mezarlık olmuştu. Her adımda mezar taşları, ufak tepeler, loş bir aydınlık ve ağaçların arasından, sızan ışıklar ile kendisini başka bir dünyada hissetti.
Olabilecek en dehşetli sahne, her yer ölü ve ceset dolu ama bir o kadar huzurlu ve rahatlatıcı.. Hayatı boşlamaya, rahatlatmaya ve dünyasal dertleri unutmaya yönelik bir sahne..
Sakince birbirlerini ardından yürüyorlardı. Eğilmiş, yıpranmış ve neredeyse üzerindeki yazılar kaybolmuş bir mezartaşına rastladılar..
Babası "Oğlum, düzelt şunu" dedi. Aşıla geldiği o emir ile şefkat tonunun birleştiği bu cümlenin bitiminde hemen yürüdü, mezar taşını oynattı, çekti ve yerine oturttu..
üstü artık belli belirsiz bir çıkıntı olarak kalmış, çimenle kaplı bu mezara baktı. Mezar taşı elifbe ile yazıldığı için okuyamadı.
Babası " Bu Recep Bey'dir" dedi " Bizim köydendir..." Sonra yaşlı, yıpranmış elleri ile mezar taşına dokundu..
"Karakolda nöbetçiydi, Jandarmaydı, bir arkadaşını hapse almışlar, dövüyorlarmış.. Çığlıklarına dayanamayıp, arkadaşını kurtarmış. Kendisi de eşkiya olmuş bir kaç ay. Sonra yakalandı, asıldı. Ailesi hiç sahip çıkmadı" dedi.
Öykü içini titretti. Yürüdüler, herşey olmuş ama hiç birşey yaşanmamış gibi..
Aile mezarlıklarına vardılar.
Babası, her zamanki sesi ile "Babacığım, merhaba" dedi. Sonra "Ağabey, ben geldim" dedi. Mezar taşını okşadı. Sonra sesi iyiden titreyerek genç yaşta ölen kardeşinin mezartaşına dokundu "Şamil..." dedi.. Sonra gözleri doldu, konuşamadı..
Babasının mezarına döndü tekrar "Onları aldın yanına, beni bıraktın" dedi "Hepiniz koyun koyuna..." Sözleri kesildi..
Bir dua etti elleri açık. O da gözlerini kapattı, ellerini açtı.
Sonra, "Bak oğlum" dedi. Burası benim yerim... " Bir boşluk, küçük ama kocaman, derin, kabullenilmez bir boşluk...
Sonra bir yanındaki boşluğu gösterdi "Burası da senin..."
Baktı. Boşluğa baktı.
Acaba mezar taşında ne yazacak... Bir müzisyen olduğu için notalar, yada bir saz mı olacak. Yoksa bir dua mı?
Bu mezartaşı yaşarken o bütün hayatın birikiminin bir satırda ifadesi olabilir mi ?
Peki ya; kısacak cümleler yada resimler bir insanın gerçekten kim olduğunu gösterebilir mi? İnsanları sadece "ne oldukları" yada "meslekleri" ile mi tanıyoruz ?
Meslekler, evlatlar, dükkanlar ve işler olmadan kimdir bir insan?
Bu mezarlıkta mezartaşında sadece ismi yazan pek az kişiden biri olan "Recep" gibi, geçmişinde sadece hüzün ve acı bulunan birisi, kendisi olarak anlatılabilir belki.
Yada kendisinden başka birşey olmaya çalışmamış ve tüm mesleklerin, tüm çabaların üstünde birisi, bir taşın sadece kendisi ve kendisi ile yontulmasını sağlayabilir.
-----------
Gözleri kızına döndü, bütün bunları hatırladığı bir iki dakikalık sessizlikte.. Hayatın başındaki o taze duruşuna baktı. Hayatta biriktirdiği ve ellidört günde değil, bin elli dörtgünde onarılmaz o yaraları düşündü.. Kim olduğunun öldükten sonra, yani hiç bir anlam ifade etmediği o anda, başkaları tarafından belirleneceği o anı bu genç insana anlatamayacağını düşündü.
Kızını kendine çekti, şefkatle öptü. Uzaklara baktı. Hayat, herşeyden bağımsız, mezartaşlarını da düşünmeden akan, bütün şarkıları bilen, tüm sıraları saklayan bir nehir gibi akıyordu.
O bu seslerden birini birazcık duyabilmeye çalışırken, ellidört senenin, ellidört dakika gibi geçip gittiğini düşündü.
Ve bir mezartaşı olmamasının nasıl büyük bir lütuf olduğunu..
Temmuz 2012
İzmir
http://goo.gl/IMMZE
Thassos Adası, Kavala'nın açığında bulunan, belki Gökçeada büyüklüğünde güzel bir turizm bölgesi. Ulaşımı Kavala'dan yada Keramoti'den yapılabiliyor. Alexandroupoli'den yaklaşık 150 KM uzaklıkta. Güzel bir otoyol ile ulaşılıyor. Ancak Alexandroupoli/Dedeağaç ile Keramoti arasında çok az akaryakıt istasyonu var. Bu yüzden tedarikli yola çıkmak lazım. Adaya araçla ulaşım Keramoti üzerinden. Esas olarak ada, bu beldeye daha yakın. Kavala'dan yapılacak feribot seyahati daha uzun sürüyormuş. Otoyolda ilk "Feribot" talebasını takip ederek gidilebiliyor. Feribota ulaşmak için zaman zaman tabelalar ortadan kaybolduğundan, Havalaanı tabelasını takip etmek lazım. Son anda başka bir tabela ile yön bulunuyor. Tabelalarda latin alfabesi ile yazılanlar birbirini tutmadığından hayat çok zorlaşabiliyor. Chistopoli yada Hristopoli yazılabiliyor. Aynı gerekçe ile navigasyona da pek güvenmemek lazım. Aynı isme sahip bir çok şehir, bölge var.
Rızkının Peşinde Bir Ma...
Yorumlar
"Bu mezarlıkta mezartaşında sadece ismi yazan pek az kişiden biri olan "Recep" gibi, geçmişinde sadece hüzün ve acı bulunan birisi, kendisi olarak anlatılabilir belki."
Harikulade bir öykü...