Ana içeriğe atla

Şehir Hatırası : Tahran


Biz, iş için gezen insanlar, şehirlerin en kolay ulaşılan meyvesini koparırız her zaman; ağacın tam altından baktığımızda gördüğümüz meyveler, o ağacın hikayesidir bizim için. 

Çoğu toplantı odaları ve otellerde geçen o kısa sürede gördüklerimizi ezberleriz. Şehrin kokusu, sokakları, insanları taksi ile havaalanından otele giden zaman aralığında gördüğümüz kadardır. Gözleri, bakışları, sesleri, şehrin sokaklarına sinen kokuları, yemeklerin görünüşünü ezberleriz. 

Ama evlerin içinde olanı bilmeyiz. Hafta sonu koşturmasını, markete yada pazara giden kadınları görmeyiz. Gördüklerimiz hep hızlı sarılmış bir film gibi, özet, yanıltıcıdır.

Yine de o kısacık zamanda büyük etkiler bırakır. 

Tahran’a ilk gittiğimde, gözüme bu kadar aşina gelen ama bir o kadar da yabancı bir şehir ile karşılaşacağımı düşünmüyordum. Bir çeşit zıtlıklar deryasıydı. Bir yandan çorak, otsuz, kahverengi bir şehir. Bir yandan devasa parklar, gül bahçeleri ile doluydu.

Şehirlerin doğasının rengi, çoğu zaman binaların rengine yansır. Sanki yer ve gök bir araya gelsin ister insanlar. Oslo’da binalar gridir, gökyüzü gridir ve çoğu zaman deniz de gridir. Dubai’de ve Riyad’da binalar genellikle o kum sarısıdır. Riyad’da sormuştum, kum fırtınası zaten bu renge çeviriyor, dediler. 

Bu renksizlik çirkin gelir gözüme. Ama Ortadoğu da bir de düzensizlik vardır. Bir özensizlik hükümranlığı gibidir şehirler. Binalar çirkin, sıvaları dökülmüştür. Birbirlerine o kadar benzemezler ki, bir süre sonra bu karmaşa aynılaştırır tüm görüntüyü. 

Tahran’da devasa havaalanından çıkarken, o yeni yapılmış binanın her köşesine sinmiş özensizlik dikkatimi çekmişti. Kamera kabloları çirkin birer çivi ile sabitlenmiş, hiçbir yerde saklanma ihtiyacı duyulmamıştı. Çöp kutuları birbirine benzemiyordu, zaten yerlerde de çok fazla çöp vardı. Araçlar vuruk, kırıktı. 

Sefalet diyemem buna, lüks araçlar, pahalı çantalar, güneş gözlükleri hemen her yerdeydi. Ama özensizlik vardı. 

Her gittiğimde farklı bir otelde kalma ve bir çok farklı lokanta da yeme fırsatım oldu. Her birinde bir aşırılık olduğunu söyleyebilirim. Varaklı, yapma çiçekler ile bezenmiş, sahte şamdanların her yanı doldurduğu, kırmızı kadife örtüler ile bezenmiş lokantanın yemekleri güzel olsa bile, insan ortalığa koyulmuş yapay şelalenin uyumsuzluğu, o şelalenin başka bir yere taşınacakmış da şimdilik buraya bırakılmış gibi duruşu, garsonların bıkkın yüzü beni çok yormuştu.

Tahran’ın parklarından birinde gezme fırsatı buldum. İnanılmaz güzel görünüyordu. Sanki parkın dışı başka bir ülke, başka bir hayattı. Park ise başka bir kültürün eseriydi. El ele dolaşan çiftler, çocukları ile oynayan aileler. Bir çok kafe, çay bahçesi ile bezenmişti. Ortasında yapay birkaç göl vardı. İçlerinde minik kanolar ile gezen insanlar çok güzel görünüyordu. 

Öte yandan; bu parkta sürekli propaganda şarkıları yüksek sesle yayınlanıyor, birbirini takip eden söylevler veriliyordu. Bu güzelliği balyozla eziyordu bu sesler. Görünen o ki, benden başka kimse rahatsız olmuyor, bu sesleri duymuyorlardı. 

Tahran ile söylenecek çok şey var. Kaldığım otellerde gördüğüm özensizlik, dolandırılmam, bitmeyen Asr caddesindeki trafik, tüm şehri kaplayan cami yeşili floresan lambalar ve özensizlik. Diğer yanda hemen her yerde çalışan iyi okumuş kadınlar, bir çok baskıya rağmen var olmaya çalışan bir edebiyat ve sinema. 

Henüz tanıştığım bir iş adamı bana kızının Tiyatro yönetmen yardımcısı olmak istediğini söylemişti. Fransa’ya göndermeye çalışıyormuş okuması için. Kızı sanatçı olacağı için inanılmaz mutluydu. 

Bu tezat beni çok derinden etkiledi. Fakat gözümün önünden, herkesin bildiği olay  gitmiyordu: Uçak kalkar kalkmaz kıyafetlerini değiştiren kadınlar. 

Bana göre millet ve vatan, insanı yaşatmak için var olmalı. Vatan, insanı sevmeli, yaşamasını, çok yaşamasını istemeli. Huzurlu ve mutlu bir yaşam vermeli ona, çoğalması, sevmesi, ümit etmesi için imkan sağlamalı. Hiç kimse vatanında yarınından endişe etmemeli ve yabancı hissetmemeli. Vatan önce tüm insanlarını sonra tüm insanları sevmeli.

Bence Tahran’da, İstanbul’da insanını sevmeli.

30/11/2018

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Thassos

Thassos Adası, Kavala'nın açığında bulunan, belki Gökçeada büyüklüğünde güzel bir turizm bölgesi. Ulaşımı Kavala'dan yada Keramoti'den yapılabiliyor. Alexandroupoli'den yaklaşık 150 KM uzaklıkta. Güzel bir otoyol ile ulaşılıyor. Ancak Alexandroupoli/Dedeağaç ile Keramoti arasında çok az akaryakıt istasyonu var. Bu yüzden tedarikli yola çıkmak lazım. Adaya araçla ulaşım Keramoti üzerinden. Esas olarak ada, bu beldeye daha yakın. Kavala'dan yapılacak feribot seyahati daha uzun sürüyormuş. Otoyolda ilk "Feribot" talebasını takip ederek gidilebiliyor. Feribota ulaşmak için zaman zaman tabelalar ortadan kaybolduğundan, Havalaanı tabelasını takip etmek lazım. Son anda başka bir tabela ile yön bulunuyor. Tabelalarda latin alfabesi ile yazılanlar birbirini tutmadığından hayat çok zorlaşabiliyor. Chistopoli yada Hristopoli yazılabiliyor. Aynı gerekçe ile navigasyona da pek güvenmemek lazım. Aynı isme sahip bir çok şehir, bölge var. Rızkının Peşinde Bir Ma...

Alexandroupoli

Alexandroupoli, bizim bildiğimiz adı ile "Dedeağaç", Türkiye'ye son derece yakın bir sahil kasabası. Büyük değil, ama turizm açısından, sınırın Türkiye tarafından kalan bölgelere göre çok daha gelişmiş. Türkiye'den girilen otobandan çıktıktan sonra denize doğru gidince otellere ve yemek yenilebilecek yerlere ulaşılıyor. Bir gün kaldığım için çok fazla inceleyemedim ama her bütçeye göre otel ve lokanta var. Kapıdan girince otellerin verdikleri fiyatlar ile internet üzerinden alınan fiyatlar birbirinden çok farklı. Bu yüzden http://www.hotels.com yada http://www.booking.com gibi adresler uzerinden rezervasyon yapılmasını tavsiye ederim. Üstelik başka ziyaretçilerin yorumlarını da okumak mümkün. Otel fiyatları 50 EU ile 140 EU arasında değişiyor. Şu anda yüksek sezon olmasına rağmen, bize 140 EU'ya kendi havuzu olan bir oda önerdiler. Kalmadık o ayrı... Şehir merkezinde "club"lar, kafeteryalar ve lokantalar yanyana. Otel olarak Thraki oteli tercih ...

Üstümde Bunu Bulmuşlar

Ben öldükten sonra, cebimde bir sinema bileti bulmuşlar. Kötü bir macera filminin bileti, yani öyle ciddiye alınacak birşey değil. Akşam matinesiydi, indirim kartımı kabul etmemişlerdi, biraz pahallıydı. Homurdanıp ödemiştim, gişedeki kızın aldırmaz tavırları sıkıntımı ağırlaştırmıştı. Filmin başlamasına biraz zaman vardı, gezindim alışveriş merkezinde. Vitrinlere baktım, vitrinlere bakan insanlara. Fiyat etiketleri, tıpır tıpır yürüyen kadınlar. Tatlı kahkahalar, ışıklar ve yansımaları... Güzel mavi gömlekler, hep sevdiğim gibi. Yüzüm karardı, sıkıldım. Işıklar gözümü kör etti, kaçarcasına çıktım binadan. Gök alabildiğine uzanıyor, arabalar kızarmış bulutların altında dört bir yana kaçışıyordu. Ufukta hayatımın en kızıl güneşi batıyordu. Gün batıyordu. Gökyüzü, binalar... Altında gezinen insanlar... Her biri birleşmiş, tek bir nesne olmuştu. Tek bir büyük resim, akıl almaz bir manzara. Bir dehşetli resmin içinde, bir minicik karakter olmuşum, neresi gerçek neresi sadece bir s...