
insanların davranışlarını etkileyen tek unsurun din olmadığını, dinin de kendi için fraksiyonlar, bakış açıları ve uygulama farklılıklarına ayrıldığı malum. bir sivilce için bin çeşit farklı krem kullanan ve her birini savunan insanların bulunduğu bir dünyada; hayatın temel yorumunun nasıl yapılacağına dair farklı görüşlerin olması, bu görüşlerin sahiplerinin de birbirlerinden farklı yöntemler kullanıyor olması engellenemez. hayatın çeşitliliğini savunmak; tek düze tek görüş açısının olduğu bir yaşamdan uzak kalmak istemek beraberinde norm diyebileceğimiz "vasat/ortalama" görüş ve yaşamın çok uzağına düşen görüş/uygulamaların olmasını da baştan kabul etmemizi gerektirir.
bugün sol eğilimli görüşte olanları stalinin yada çin rejimlerinin gözünü kırpmadan katlettiği binlerce insandan sorumlu tutulması yada pkk'nın sol eğilimli bir örgüt olmasını düşünerek "siz de bebek katilisiniz" denmesi nasıl vahşi bir yorum olacaksa; "falanca yerde filanca dindarlar berikine şunu bunu yapmıştı, o zaman buradaki benzerlerin anasını çifte telliye götürelim" demek de o kadar akıl dışı bir yaklaşım olacaktır.
başörtüsüne karşı olmak, olmamak, savunmak, örtüp çıkmak gibi tercihlerin hepsi tartışılabilmelidir. ama "başörtüsü takanlar o şiddetin çocuklarıdır" demek; insanları gerçekten o şiddete savurma ve kutuplaştırmak demektir.
sonunda dilek kendini gerçekleştirir, sanıyorum öyle de olacak; basit bir konu "ama sen benim kulağımı çekmiştin" ile devam eden zekaya ihtiyaç duymayan bir tartışmaya dönecek. bu tür alevlerin parlaması için yeterli basınç ve gaz bizim ülkemizde zaten var, birisinin kıvılcım çıkartması yetecek.
yıllar boyu "insanlar birbirine benzerse daha mutlu yaşanır" diye inandığım düşüncemi, hayatın içine girdikten sonra "insanlar farklılaştıkça ve birbirine tahammül ettikçe hayat çekilir, yaşanır, deneyim damıtılır bir nesne oluyor" diye düşünmeye başladım. gençlik; çabuk karar almayı, sonunu düşünmemeyi, o karara göre hareket etmeyi sağlıyor. oysa; az bilgi ile çok iş yapan her zaman yanılır, zeka yaşı kaç olursa olsun mutlaka bu doğrudur:
az bilgi ile çok iş yapan her zaman yanılır.
ne savunan neyi savunduğunun farkında, ne karşı olan neye karşı olduğunu biliyor. birikmiş bir takım temelsiz öfkeler, herhangi bir mantık olmaksızın, bir yerlerden kaçıyor. kaçtığı yerden ince ince kan sızıyor.
bu siyah beyaz resimlere bakıp "bu insanlar bu acıları yaşadılar, basit birşeyin peşindeydiler. onlara kızanlar da sonra pişman oldu, bu işler böyle olmasaydı, keşke bu topluluklar bu acı ile bugünlerini kurmasaydı" demek anlamsız. ama 50 yıl önce o acıları çekenlerin yıkılan hayatları, bozulan ruhlarının o anlık temelsiz öfke ve isteklerin telafi edemeyeceği bir hasar aldığı kesin.
bugün "şu" yada "bu" görüşü savunurken; mutlaka inandığımızı sonuna kadar götürmeli, savunmalı, inanmaya devam etmeli. ama savunurken herkesin bir an evine gittiğini, üstünü başını çıkartıp yatağına girdiğini, serin bir yastığa kafasını koyduğunu ve öfke, mutsuzluk, hırs saçan o beynin içten içe rahatladığını ve uyuduğunu, damarlarında kan dolaştığını, yani herkes kadar uyduğunu, seviştiğini, sevdiğini, istediğini, fakir olduğunu, kız arkadaşı, sevgilisi, kavuşamadığı birisi, sevdiği dizi, gitmediği film, büyük bir göbeği olduğunu, yani herkes kadar insan olduğunu unutmamak gerekiyor.
unutunca, 50 yıl sonra resminizi çıkartıp "bak, bu eşşek sensin" diyorlar. geçen 50 yıl selobantla onarılmıyor.
Yorumlar