Babamın, kızıla çalan bıyıkları ile ahşap evin merdivenlerini neredeyse koşarak tırmandığını gördüm. Küçüktüm, minik mutfağın önünde, ahşap saatin gölgesinde oyun oynuyordum. Korkulukların dökülmüş beyaz boyasının altından, kurt delikleri görünüyordu, bazen kıtır kıtır ahşabı yemelerini duyardım, hem korkar hem de hoşuma giderdi.
Babam her akşam o korkulukları, merdiveni ve evi sallayarak içeri girerdi.
Elinde bir ekmek, bir torbada alakasız birkaç şey; yoğurt yada yağ, her neyse, yanında bir ufak çikolata. Koşarak aldım elinden, kucağına alır sarılırdı, ter kokusunu duymak için daha çok yaslanırdım, babamdı, baba kokardı.
Annem, sabunlu elleri ile bulaşıktan çıktı. “Hoşgeldin” dedi, “Hoşbulduk” dedi babam.
Sonra beni salona bıraktı babam, televizyon yoktu, çikolata ve ahşap oyuncaklarla oynadım. Onlar fısır fısır konuştular, annem biraz kızdı, biraz dinledi. Ahşap ev, sesleri kulağıma taşıdı..
“Yüzüğü getirip, alır mısın, paraya ihtiyacımız var diye sordu. Almasamıydım?” dedi babam
“Biliyor” dedi annem, “Biliyor ne olacağını . O yüzden getiriyor...”
“Bilirse bilsin. “ dedi sertçe
Softarmız kuruldu. Yemek yedik. Babam “Yemekten sonra ablama gideriz” dedi. Annem sessizce başını salladı.
Sevindim, garip bir histi onların evine gitmek. Bizim evimizden biraz farklıydı, zengin yada fakir değil ama yeniydi. Biz, ailenin eski evinde oturuyor, bir çeşit bekçilik yapıyorduk sanki. O evden taşınmak düşünülemez, ev mahzun bırakılamazdı. Bizim büyük kolçaklı koltuklarımızın üzerinde kabartma çiçek desenleri vardı, ahşap bir masa, büyük ve yaşlı bir saat. Halamların evi yeniydi, vitrinleri, koltukları, çocuk odaları... Annem benim kadar sevinmedi.
Halam ve eniştem, öğretmendi. Hayatlarında da yenilik vardı, onlar dedemden beri ailenin sıkı sıkı tuttuğu politik mirası duymamış gibiydi. Onların evlerinde bir yerde eski yazılar yoktu, hep birilerinin geri kalmışlığını anlatırlardı, çocukları ailelerini, üniversiteye gitmelerini...
Yemek yedik, bahara kavuşmamış tatlı bir serinlik vardı akşamda, babam elimden tuttu, kalın bir mont, burnuma giren tüyleri ile bunaltan bir atkı... Sessiz ve sakin sokaklarda tıkır tıkır yürüdük. Sonunda bir bahçede, ahşap bir evin ikinci katına kavuştuk. O zamanın dış kapılarında cam vardı, içeride insan var mı, ışık var mı görünürdü. Zaten kapılar içeriyi dışarıdan ayırırdı sadece, korumak diye bir işlevleri de yoktu.
Girdik eve. Elimizde biraz çerez, bir büyük kola şişesi, portakallar... Babam, annem bildik bir gülümseme ile karşılandı, onlar oturma odasında puf puf koltukların rahatına bıraktılar kendilerini, ben de neredeyse yaşıtım çocukları ile oyun odasına daldım.
Benim babam kuyumcuydu, parlak, sapsarı bir dükkanımız vardı. Kuyumcu olmak eskiden özel birşeydi. Kuyumcular hem zengindi, hem de gösterişsiz. Esnaf olmak gerekiyordu herşeyden önce, ayakkabıcı nasıl esnafsa, bakkal nasıl esnafsa, kuyumcu da bir dükkan, bir kapı sahibiydi. Aldığı pahallı, sattığı pahallı ama aynı sınıfın insanı. Kimsenin arabası yoksa, kuyumcunun da olmazdı mesela.
Ben daha henüz oyuna dalmamıştım. Annemin sesini duydum. Gidiyorduk. Bir çay içilmiş, belki bir saate yakın oturulmuş. Garipsedim. Böyle kısa ziyaretlere alışık değildim. Babamın yanına gittim. Neşeli bir sohbet vardı, annem giyinmek için kalktığında, babam çayının son yudumunu aldı. Bardağa bıraktı, bırakırken elinden bir alyans, yavaşça çay bardağına kaydı.
“Baba...” diyecek oldum, beni kucağına aldı. Yanağımdan öper gibi yaptı.. Kulağıma susmamı söyledi. Sustum. Giyindik, kapşonlar, atkılar ve botlar... Yola çıktık. Annem babama daha bir sıkı yaklaştı. Babam da anneme. Eve doğru yürüdük, yürürken çocuk aklım neden babamın bir yüzüğü çay bardağına bıraktığını sordu kendi kendime, neden bu kadar çabuk kalktığımızı, niye aniden gittiğimizi.
Halamın babama alyansını sattığını büyüdükten sonra anladım.
Babamın da her seferinde o alyansı sahibine iade ettiğini.
Jan Devrim
Şubat 2007
Yorumlar