Ana içeriğe atla

Kayıtlar

Eylül, 2009 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Kibritçi Kız Hüznü

Kibritçi Kız Hüznü Çok ama çok soğuktu. O durgun, iç kaldırıcı otobüs kokusundan uzaklaşmak istedik. Karanlıkta, fısıltılar arasından ve birilerine çarparak kapıya ulaştık. Daha kapıya gelmeden temiz havanın uyandırıcı duyusu beni rahatlattı ve göğsümü sıkan baskıyı üzerimden aldı. Derin derin nefes aldım, sarmalanmış ve boğulmak üzereymişcesine... Evet, kaçıyorduk. Gerçek ve içten bir kaçmaydı bu, içimize sinen acı, çaresizlik ve klişe umutlar, yarın yeni birşey olacağına dair hiç birşey bırakmamıştı. Kız arkadaşım elimi tuttu tuttu, üşümüş parmaklarım, onun minik elleri arasında ısındı. Biraz daha rahatladım. Küçük bir şehirdeki arkadaşımıza gidiyorduk, birkaç günlük uzaklaşma ve kurtuluş için. Kış bahara kavuşuyordu, henüz soğuk elini çekmemiş, çiçekler daha açmamıştı. Garip tıkırtılar arasında otobüsten indim. Nerede olduğumuzu bilmediğimiz, bizim kadar kimsesiz duran bir yolda, bozulmuş otobüsümüzün beyaz aydınlığını bırakıp, yol kenarındaki çimenlerin üzerine oturduk...

Jan Devrim"in Babası

Duydum ki babam "Ben onu unuttum, beni aramasın boşuna" gibi birşeyler söylemiş, haber göndermiş. Bayramdan hemen önce oldu bunlar, hani bayramda bir kuru telefon edilir, bir ufak haber alınır, verilir. O da olmasa iyi olurmuş. Bunu öğrendim, birkaç gündür aklımı kemiriyor. Eksik, fazla, yanlış... Ne olduğunu düşündüm, neden aramızın açıldığını. Ezelden beridir, babam ile kardeşimin olduğu kadar yakın olamadım. Anlıyorum, yadırgamıyorum. Biraz Çerkeslik var, çocuk sevmenin kötü olduğu, biraz da karakter... Bir Faruk Abim vardı, ben ufak önlüklü bir çocuktum, bilirsiniz ya, siyah önlük üzerine beyaz yaka takardık, ufak çantaları sürükleye sürükleye koşardık. Faruk Abi'nin "dükkana" gelişini biliyorum. Bir atölyemiz vardı, ben de mine yapardım. Minelerin minik bir fırında kabarmasını önce matlaşmalarını izlerdim. Hatta meşale ile bile mine yaptım. Faruk Abim, ben ufacıkken dükkanımıza geldi. Sanatı babamdan öğrendi, hiç de ayrılmadı. Galiba yirmi yıla yakın çalışt...

Umutsuzluk Üzerine

Hayat iniş ve çıkışları ile yorucu. İnerken de çıkarken de yorucu. Ben, bugün, çok yorgun hissediyorum. Hani grip olmuşumda da belirgin bir nedeni olmadan her yanım ağrılar içinde, kırgınlık üstüne kırgınlık geliyormuş gibi hissediyorum. Bu kırgınlığın, bu yorgunluğun umutsuzluktan kaynaklandığını biliyorum. Umutsuzluk iki acıyı bir kelimede topluyor: Bir yandan kesif bir karanlıkta olduğum hissini veriyor bana, bir yandan da bu karanlığın sebep olduğu mutsuzluğu. U-Mutsuzluk. Kesif bir karanlık, çünkü içinde bir gram ışık, birşeylerin değişeceğine dair o derin ümit yok. Sadece bir tekrar var karanlığın içinde. Ne tarafa baksan aynı ton, aynı ses. Sadece çabalayanların gözlerindeki pırıltı. Bu pırıltı uçup gittiğinde ne olacak ? Karanlık kendi kendini öldürmüş olacak. Karanlık, kendi ümidini kendisi karartıyor. Ben, dün olduğu gibi bugün de ayaklarımın üzerinde dikilebilirim. Yarın da dikilebileceğimi sanıyorum. Oysa umutsuzluk ve bu mutsuzluk içinde hiç birşey yapabileceğime inanmıyo...

Bir Öykü Bir Çizim: Soyunmak

İlk kitabımda yayınlanmış bir öyküm var: Soyunmak. Bu öyküye çok uygun bir çizim gördüm bir web sitesinde. Yanyana getirince fena olmadı: Soyunmak Kapıyı açtı. Paltosunu , ceketini, portmantoya astı. Sonra odaya girdi. Kravatını dolaba koydu. Gömleğini çıkardı, askıya astı. Pantolonunu dürüp, sandalyeye bıraktı. İç çamaşırlarını düzenleyip çekmecedeki yerlerine koydu. Çoraplarını iç içe koyup, iç çamaşırlarının yanındaki yerlerine yerleştirdi. Saatini, yüzüklerini, kolye zincir ve künyesini mücevher kutusa koydu.. Kendine baktı. Saçlarını çıkardı, tırnaklarını söktü.. Derisini dürtü ve askısına astı… Kendine baktı. Akciğerlerini, karaciğerini, dalağını ve midesini çıkardı bir kutuya özenle bıraktı. Bağırsaklarını bir sopaya sardı. Dilini , gözlerini dudaklarını , kulaklarını ve içindekileri özel mücevher kutusuna özenle yerleştirdi.. Parmaklarını söküp delikli bir suntaya taktı.. Kemiklerini kaslarını, sinirlerini dolaptaki yerlerini koydu. Başı...

Özlemenin Üzgün Hatırasına

I Kötü haber telefonla geldi, titrek bir ses aradı beni. Annemdi. Babam arayamamış. Aslında herkes bekliyordu, telefondaki ses tonunu duyduğumda anlamıştım bile, henüz kelimelere dökülmeden. Aslında bekliyorduk. Amcam ölmüştü. Erdal Amcamın benim için kim olduğunu anlatacak kadar iyi bir öykü yazarı olmadım henüz. Biraz abimdi, benim bir abim yok aslında. Biraz babamdı, elimi tutan birisiydi. En çok sığınağımdı. Üzgün olduğumda, babamdan, annemden yada dünyadan kaçacağımda. Hep olmak istediğim insandı. Bütün çocukluğumda Erdal Amcam bir devdi, ben o devin korumasını hep yanımda hissettim. Böyle büyük acılarda, insan kendisini uzaktan izliyor. Ruh, kimlik bedenden ayrılıyor. Gerçekten olmamış gibi hissediyor insan. Acı bir çeşit fanus oluşturuyor. Çok gençtim, külüstür bir arabam vardı. Atlayıp terk ettiğim şehre gittim. Doğduğum evin yerinde olan çirkin binanın önüne park ettim. Yıllar yılı oynadığım bahçelerin arasından geçtim, çocukluğumun şehri bana “hoşgeldin” d...

Karakolda Zalim Var

Sabah saat 05:45'de uyandığımda "işte uçağa geç kaldım" diye fırlayıp, hazırlandım. Uçak sağolsun bensiz gitmedi ama duyan gelmiş, müthiş bir kalabalık arasından girdim. Yerime oturdum. Sakince aşağıdaki planı düşündüm: "İzmir'de toplantım var.Hmm. Toplantıyı takiben bir görüşmem var. Evet. Sonra akşam depoya gideriz. Sonra da Ayvalık yolculuğu. Orada görüşmeler. Akşam yemek var. Cumartesi günü dönerim." Bu güzel plan içerisinde "gitmişken dülger çıkmış mı soralım" ile "acaba uzun uzun denize bakar mıyım" gibi kişisel çıkarlarım olan unsurlar olmadığını söyleyemem. Nitekim planın ilk kısmı fena gitmedi. İlk iki görüşmemi sorunsuz yaptım. Arkasından uçak ile gelecek diğer arkadaşımı karşıladım ve depomuza gittim. Depomuzda malesef umduğumuz gibi bir çok şey sallapati yapılmıştı. Aslında gündüz yaptığım görüşmeden dolayı sebebini bilmekle birlikte, olmasın böyle yaramazlıklar kıvamında bir iki bağırıştan sonra ayrıldık. Şeytan bu ya. "...