I
Kötü haber telefonla geldi, titrek bir ses aradı beni. Annemdi. Babam arayamamış. Aslında herkes bekliyordu, telefondaki ses tonunu duyduğumda anlamıştım bile, henüz kelimelere dökülmeden.
Aslında bekliyorduk.
Amcam ölmüştü.
Erdal Amcamın benim için kim olduğunu anlatacak kadar iyi bir öykü yazarı olmadım henüz. Biraz abimdi, benim bir abim yok aslında. Biraz babamdı, elimi tutan birisiydi. En çok sığınağımdı. Üzgün olduğumda, babamdan, annemden yada dünyadan kaçacağımda.
Hep olmak istediğim insandı. Bütün çocukluğumda Erdal Amcam bir devdi, ben o devin korumasını hep yanımda hissettim.
Böyle büyük acılarda, insan kendisini uzaktan izliyor. Ruh, kimlik bedenden ayrılıyor. Gerçekten olmamış gibi hissediyor insan.
Acı bir çeşit fanus oluşturuyor.
Çok gençtim, külüstür bir arabam vardı. Atlayıp terk ettiğim şehre gittim. Doğduğum evin yerinde olan çirkin binanın önüne park ettim. Yıllar yılı oynadığım bahçelerin arasından geçtim, çocukluğumun şehri bana “hoşgeldin” demedi.
Kapıyı açıp içeri giridiğim andan itibaren hatırladıklarımın tamamı bir acı ve hüzün yığını. Bir cenaze. Amcam, mumdan bir heykel gibi yatan. Zorla “Helallik” veren eşi. Ağlayan akrabalar ve “Bu acı ile nasıl yaşanır” diye düşünen bir aile.
Amcamı son görüşüm budur.
Mum sarısı yüzünde, hala derin bir tebessüm...
II
Yıllar sonra bir gece uykumdan ağlayarak uyandım.
O güne dek anlamamıştım, gerçek sert ve soğuk varlığı ile çarptı.
Amcamı kaybettim.
Benim Erdal Amcam öldü.
Geceler boyu ud çalardı, hep şakacıydı. Beni çok severdi. Sanıyordum ki, bütün insanlar için de en çok beni severdi. En azından öyle hissettirirdi.
Çocuktuk, çerkestik ve bizi kimse gerçekten sevmezdi.
Amcamdı, karakterimin yarısıydı.
III
Yıllar sonra herşeyi unutmak denen delhize attığım günlerdi. Hayatın koşuşturması içinde kendimi bir ufak adada buldum. Egenin terk edilmiş gibi duran, sessiz adalarından birinde.
Güzel yemekler, güzel tatlılardan sonra, yaz gecesinin sarhoş eden sakinliği ve sessizliğini yedeğime aldım ve eski Rum evlerinin arasında dolaşırken uzaklardan bir müzik sesi duydum. Yıldızların bile aydınlatmadığı taş evlerin arasında, arnavut kaldırımı üzerinde biraz da yalpalayarak gittiğim ufak aydınlık, iki – üç masalık bir sokak lokantasını ve önünde ud ve keman kemane ile çalan, sakince şarkı söyleyen iki kişinin önüne bıraktı beni.
Ud sesini çok severim.
Ud demek çocukluğumun müziği demektir, annemin kısık sesle şarkı söylemesi demektir.
İlk bulduğum masaya oturdum, sağımda solumda sakince müziği dinleyenler usulca selamladılar beni. Ben Türk sanat müziği dinlemem, ben rakı içmem. Ben ud çalmam. Sorsalar, bu şarkıların hiç birini bilmem.
Ama o anda o masaya oturdum ve farkında olmadan yıllarca dinlediğim bu şarkılara sessiz dudak hareketleri ile eşlik ettim. Meğer ben bu müziği, neredeyse fısıltı kadar sessiz ama bir haykırış kadar içten gelen bu müziği çok özlemişim.
Ud çalan saçı sakalı birbirine karışmış adama baktım. Sakince, tok bir sesle şarkısını söylüyordu. Ne söylediğini bile dinlemeden, sadece yüzüne baktım.
Bu müzik, bu insanlar ve bu gece bir biri için yaratılmıştı sanki.
O anda istedim ki bu Udi, elinden udunu hiç bırakmayan amcam olsun. Aslında ölmemiş ama hayatını sıkan insanlardan kaçmış olsun. İstedim ki her zaman yaptığı şakalar gibi bir şaka yapmış olsun.
Gözlerine baktığımda o sevgiyi yine göreyim, içimi kurutan hasret bir anlık bakışla kansın ve sessizce herşey devam etsin.
Bunların hepsini istedim.
İstedim ki ona son kez sarılayım ve vedalaşayım.
İstedim ama bir düşte bile ona veda edemedim.
Yorumlar