Piposunun sönmüş küllerini bir kez daha silkeledi. Kibritinin bir ucu ile tütünleri karıştırdı, sonra pipoyu tekrar yaktı. İstanbul’un eski semtlerinden birinin arka sokaklarında, eski bir binanın çatı katındaki resim stüdyosu yine dumanla doldu.
Dumanların arasından, uzamış sakalları ve bembeyaz yüzü çıktı. Uykusuzluktan kızarmış gözleri ve yorgun düşmüş yüzü dumanların bir parçası gibi oldu bir an.
Ressam gözlerini kapatıp, çizmeye çalıştığı resmi düşündü bir kez daha…
Ufak bir Anadolu kasabasında doğmuştu. Babası kasaptı, orada büyüdü. Yaz tatilinde, sabah erkenden kalkar, taş zemini yıkamak, kepenklerini açan esnaflara yetişmek, sabah çayındaki sohbete katılmak için koştururdu. Dükkana döktüğü su, hızla kaybolurdu arkasında mutlu, temiz ve huzurlu bir serinlik bırakarak.
Tuvaline, esnaf çocuğu olmanın neşesini ve teslim olmanın huzurunu boyamak istedi.
Anneannesi, kara yüzlü ama şirin, sevecen bir kadındı. Dedesi ise sert mizaçlı bir çiftçitydi. Hava ısındığı gibi, hafta sonuları hoca mektebine giderdi.
Caminin üst kadında haylazlık yaparlardı. Her birisi traşlı kafası olan terlemiş çocuklar, halının üzerinde güreşir, bir yandan da imam gelecek diye korku ile beklerlerdi. Ama o korku, güreşe ve hırsa mani olmazdı. Nefes nefese kalana yada yakalanıp sopaya çekilene kadar oynarlardı.
Minik, şirin, ahşap bir camiiydi. Caminin önünde çocuğunu henüz bebekken kaybetmiş bir esnafın, yaptırdığı “hayrat” vardı. Güreşe doyunca, ağızlarını o çeşmeye dayar ölüyormuş da kurtarılmışcasına su içerlerdi. Sudan küçük karınları kocaman olurdu ve birbirlerinin lıkırdayan karnı ile alay ederlerdi.
Üniversite öğrencisiyken, o caminin yanında imamın oğlu olan Davut’u gördü. Ertesi gün sabah saatlerinde Davut’un sesi ile uyandı. Şehrin sessizliğinde, gün doğumu ile birleşen bir derin sesti. Yatağından doğruldu, ezan sesi bitene kadar saygı, alışkanlık ve korku ile karışık duygular ile bekledi. Ezan bitene kadar hayal ile gerçeği karıştırdı. Kendisini, suyun binlerce metre altına dalmış bir dalgıç gibi izledi. Ve bu karışık duyguları en çok kendisini şaşırttı.
Tuvale ezan sesinini bıraktığı ezici sessizlik ve derinliği boyamak istedi.
Yıllar boyu büyüttüğü yeteneği, bir üniversite öğrencisiydi ki parladı. Etrafı insanlar ile doldu. Okulu bıraktı, tuvale kendisini gömdü. Babası üzüntüden kalp krizi geçirdi. Ama o hastalığı da bir çeşit sıkıştırma, ezme çabası olarak gördü. Nefreti ve kaçışı arttı.
Bitmeyecek gibi gelen bir eğlencede yaşıyordu. Tahmini bir zor bir güç duygusu ve tekrarı imkansız bir mutlulukla yaşıyordu. Bazen o kahkahalar kesiliyordu sonra tekrar başlıyordu. Bir gün geldi ve bitti. Ama o öncesiz ve sonrasız neşeyi, sarhoşluğu çok sevdi. Acı bir sıla hasreti bıraktı ve bitti o mutluluk.
Tuvale o neşeden sonra yalnız bırakılma anını boyamak istedi.
Aklına o resim geldi. Gözlerini kapatınca görüyordu. O resimdeymiş gibi hissetti, o resim nefes alıyormuş gibi. Ama ne birisine anlattı ne de o bembeyaz tuvale resmi yaptı.
Yapabilseydi, hayatının resmi olacaktı.
Yorumlar