Bir gece, Haziran'ın tatlı sıcağı, güzel bir meltemle ruhumuzu okşuyordu. Çimenlerin üzerine şuraya buraya atılmış, metal ayaklı, damarlı mermerden yapılmış yuvarlak masaların toprağa hafifçe gömüldüğü, yuvarlak karpuz lambaların, birer uzay çiçeği gibi heryere dağıldığı bir kır bahçesinde, galiba henüz doksanlı yıllar gelmemişti, uçuşan ateş böceklerinin peşinde koşuyorduk.
Bahçenin bir ucunda, bir saz ekibi çocuk seslerini bastırarak eski ama tanıdık, sakin ama yakan bir şarkıyı söylüyordu. Saz ekibini hiç görmemiştim, büyük şehirden mi gelmişler ne, papyonlar ve ancak o gece karanlığında beyaz görünen gömlekler ile ter içinde seslerini yetirmeye çalışıyorlardı.
Esmer yüzleri, bana başka, bambaşka bir hikaye anlatıyordu, o zamanlar bile.
Çocuklar ile kaynaşamayacak kadar çekingen, büyüklerin masasında duramayacak kadar çocuktum. Yine de, bütün gücümle, bir metal sandalyeyi çekiştirdim. Sessizce oturan anne ve babamın yanına, bildiğim en güvenli limana kendimi yanaştırdım.
Annemle babamın, sıradanlaşan sessizliğinin üzerine, başka birşey olduğunu sezdim. Annem yüzümü okşadı şefkatle. Babam o şefkate dair bir nefret hissediyordu sanki, yüzü, ışıkta kararıyordu.
Yorgun görünüşlü bir adamdı babam. Yuvarlak yüzü ve azalan saçları, memuriyetin insana verdiği o çok tanıdık tutumla birleşmiş bıyığı garip bir duygusuzluk veriyordu. Hayatı kabullenmenin de ötesinde, herşeyi bırakmış olma hissiydi bu. Çok basit ama nadir şeylerden, mesela bu düğüne gelmiş olmaktan, burada bir bardak rakı içmekten ve o müziği dinlemekten mutlu olması gerekiyordu ama olmuyordu. Sanki bu basit şeylerden mutlu olmak zorunda olması, mesela bir bardak rakı daha içemeyecek olması ve bir bardak ile sarhoş olmak zorunda olması, mesela tatile çıkacağında müdürlüğün Ege'deki güzel tatil köyüne gidebilmesi ama aslında başka çaresinin de olmaması, mesela bitmeyen bir döngü ile daire arkadaşlarına ya da kayınbiraderlerine tekrar tekrar akşam oturmalarına gidilmesi ve güzel sohbetler yapılması ama gidilecek veya yapılacak başka birşey olmaması onu öldürüyordu.
Geç emekli oldu, neden bilmem. Borcu yoktu, bir evi de vardı. Annem tutumlu bir kadındı, öğle ve akşam yemekleri evde yenirdi.
İşte o gecede, o tatlı Haziran gecesinde, eve giderken uyukladığım ama annem ve babamın "o şarkı" ve "o kadından" bahsettiği kısacık cümleleri duyduğum o gecede, bir insanın özlemeyi asla bırakmayacağına dair ilk ipucunu, yıllar sonra, babamın ölümünden sonra bana kalan o kutuda bulduğum mektupları okuyana kadar çözmeyeceğim o anda, aldım.
Babam öldü. Nasıl haber aldığım ayrı bir hikaye, yıkıcı ve acıtıcı, döndüm doğduğum şehre.
Ölmek çok kolaymış, birkaç saatte hazır oldu herşey.
Odasını toplamak da bana kaldı. Zaten birkaç parça kıyafet, ihtiyaç sahiplerine verildi. Eski tip bir telefon rehberi ve bir kutu.
Kutunun içinde mektuplar.
Bir çoğu, amcamla arasındaki garip ticari ilişkiye dairdi. Bir zamanlar, çok da sevilen bir insan olan amcam, garip bir iki iş yapmaya kalktı. Mantar mı yetiştirmek istedi, yoksa mantar için toprak mı ? Hatırlamıyorum. Babamdan para aldığını biliyorum, sonra galiba alabalık çiftliği açtılar. Babamın emekli olduğu günlerdi. Bir yıla yakın uğraştı. Derede oksijen bitmiş, balıkların gözleri patlıyordu. Yıllar boyu kabuslarıma girdi binlerce gözsüz balık.
Kimin kime ne borç verdiğine dair sayısız not. Ödeme dekontları, öfkeyle doldurulmuş senetler.
Çoğu "Abi" diye başlayan, yazıların kayıp değiştiği, belli ki sarhoş olununca duygusal eski konuların girdiği, telefon rehberlerine, vergi dekontlarının arka sayfalarına yada çocukların ödevlerinin arka sayfalarına yazılmış mektuplar.
O sayfalar içinde sadece biri, ama biri özenle yazılmıştı. Kısa, yarım bir mektup.
"Nagehan,
Ben zannettiğin gibi bir adam değilim. Seni bir erkeğin bir kadına verebileceği en büyük sevgi ile seviyorum. Sana aşığım. Seninle geçirdiğim güzel günlerin, filmlerde yaşanmayacak o aşk dolu dakikaların bir benzeri olamaz.
Seni seviyorum. Hiç birşey bunu değiştiremez.
Fakat, ben sözümün arkasında durması gereken bir adamım. Durmazsam, nasıl bir erkek olurum? Böyle bir erkeği sevebilir misin ?
Bundan sonra görüşmemiz kabil değil.
Fakat bu demek değil ki "
Tanımadığı bu ismi merak ettim, ama soramadım. Aylarca bekledim. Cenaze evinden yas kalktı. Annem, Haziran, aynı o güzel kır bahçesini yaşadığımız gibi bir gece, evimize geldi.
Mektubu aldım, götürdüm.
Galiba insanın basiretinin bağlandığı anlar var. Bu da o anlardan biriydi. Galiba bilmek, bir çeşit kahır, lanet ve üzüntü.
Annem önce sessizce ağladı. Sonra, babamla sözlentikten sonra, ki babamın uzaktan akrabasıydı, babamla o zaman henüz tanınmaya başlayan ve yine bizim köyümüzden çıkıp meşhur olmuş, çocukluk arkadaşı Sinema oyuncusu ve şarkıcı Nagehan Sülün ile bir "aşk yaşadıklarını" anlattı. Ve tabi o kadının babamı nasıl ayarttığına dair yüzlerce detay.
Babam henüz taze bir memur, bir damattı. Kayınpederi ile babası, bir şarkıcının kocası olamayacağını, mutsuz, aldatılmış ve terkedilmiş bir insan olmasının kaçınılmaz olduğunu anlatmıştı babama. Memuriyetinin de yanacağını, Nagehan Sülün gibi bir kadından eş, anne, ev kadını olamayacağını da...
Çok sürmeden, babam vazgeçmişti. Bir daha görmedi o kadını. Zaten nasıl görecekti ? Biri büyük bir şehirde, başka bir hayatta yaşayıp gidiyodu. Babam ise bulunduğu şehirden çıkmak için bile yazılı izin almak zorundaydı.
Ama anladım ki, babam söz verdiği için değil, geleceğinden korktuğu için vazgeçmişti.
O mektubu, bütün mektuplar gibi, kendisine yazmıştı. Vicdanını sakinleştirmek için. Ancak o kadar büyük bir yalandı ki bu, bitirememişti belli ki.
Babam, Nagehan Sülün'ün meşhur şarkılarından birinin söylendiği o gece, muhtemelen, o mektubu hatırladı. Ömrü boyunca içinde, başka bir hayat yaşamış bir insanı da barındırdı.
Yarım kalmış o aşkın, kapanmamış o hesabın acısı hayatının hep eksik olmasına sebep oldu.
O eksikliği tamamlayamadan, göçtü ve gitti.
Jan Devrim
26/05/2012 Ataşehir
Yorumlar