Gökyüzü masmaviydi...
Çocukluğumda, hemen her zaman, gökyüzü masmaviydi..
Yada ben hep öyle hatırlıyorum, yaşım ilerledikçe, eski güzelleşiyor. Oysa; çocukluğumda daha farklı olacak gibi geliyordu..
Yaz tatillerini köyde geçirirdik, İstanbul - Ankara arasına sıkışmış ufak bir kasabaydı bizimkisi, köyü daha da küçüktü.. Ama "Çarşı" büyük gelirdi gözümüze, köy de olduğundan da küçük...
İlkokul öğrencisiydim, tahta ve toprak karışımı bir evimiz vardı. Hâla aradığım tatlı sessizliğin o günlerden miras kaldığını söylersem inanır mısınız? Sabahları tavukların gıdaklamasından başka gürültü duyulmazdı. Geceleri böceklerin sesleri, bir iki gece kuşu ve rüzgarın fısıltısı.
Diyorlar ki; bizim dilimiz rüzgarın fısıltısından yerleşmiş ağzımıza, ormanın sesleri, kuşların ötüşü ve daha kimbilir neler. Sonra insanlar insanlara karışmış ve biz toprağın seslerini unutmuş, dilimizi kaba bir gürültü haline getirmişiz.
Şimdi daha bile kötü: Sesimizi çokluğun ve yokluğun pisliğine ezdiriyoruz ve anlam daha da azalıyor kelimelerin içinde...
Bir seferinde ağaca çıkmıştım, köydeki diğer arkadaşlarım ile birlikte. Ne ağacıydı hatırlamıyorum, ıhlamur olmasın ? Tabi onlar çıktı ve indi.. Ben bir dalın tepesinde kala kaldım. Sımsıkı tutundum, ve, evet gökyüzü masmaviydi, ben korkuyordum.
Ananemi çağırdım. Kapıdan ağaca kadar olan bir milyar adımlık yolu uçarak yürütü geldi. İki adım tırmandı ve beni tuttu... Biraz önce yolunmuş ot kokan, akşam yenilecek ekmek için yoğurulmuş hamur kokan, annem kadar annem kokan anneanneme sarıldım, parmaklarımı etine sıkı sıkı geçirdim ve indim aşağıya.. Titriyordum.
Gözlerime biriken yaşları sildi... Yanağıma bir öpücük bıraktı ve sonra işine döndü. "Bir daha ağaçlara çıkma!" demedi... Bildim, çıkarsam indirecekti...
Sonra? Sonra türlü türlü yaramazlık. Köyde ne yapılırsa o...
Çarşı'dan geldiğim için, köydeki çocuklara bir garip geliyordum. Herşeyden önce ayağımda "Lastik" çarık yoktu, basbayağı bir ayakkabı vardı. Ama ayakkabı kayıyordu çimenler üzerinde, lastik ise ne eziliyor, ne yırtılıyordu. Ben ayakkabılarımın tabanları söküldükçe dayak yiyordum. Yine de bana lastik almıyordu annem.
Ağustos güneşi bizi yaktıkça ağaçların altına saklanıyorduk. Terlemiş yüzümüz ateş basmış gibi oluyordu. Caminin abdesthanesinde yüzümüzü yıkıyor, birbirimizin eline tulumba ile su döküyorduk. Sonra imama çaktırmadan camiye girip, tatlı bir ikindi uykusu uyuyorduk...
Bir gün, sebepsiz, sadece koşabildiğimiz ve koşmak istediğimiz için, taylar gibi koşmaya başladık. Koştuk ve koştuk. Durmadan koştuk. Nefesimiz kesilene dek koştuk, çayda dinlenen ve serinleyen mandaları geçtik, bahçesinden çıkamayan ve durmadan havlayan köpeği, gürültü olunca bağıran teyzenin güllü bahçesini geçtik. Köyün sessiz meydanına ulaştık. Çarşı'da pazar kurulduğu için, bütün köylü gitmişti. Meydanda sıcak ve toz birbirine karışmıştı.
Yine kendimizi kuyunun başında bulduk. El birliği ile su çektik, minik ellerimiz ile yüzümüzü yıkadık. İçtik. Kanana kadar içtik. Hatta defalarca o kovayı aşağıda saldık ve çektik, nasıl koşmaya başladıysak sebepsiz, suyu da sebepsiz içmeye devam ettik. Öyle ki küçük karınlarımız kocaman oldu. Göbeklerimizi açıp lıkırdayan karınlarımızı birbirimize gösterdik ve bayılana kadar kahkaha attık.
Bayılana kadar eğlendik... Kuyunun yanı başına yorgunlukla çöktük.
Birinin aklına geldi "Acaba bu kuyunun zinciri ne kadar uzun ?"
Acaba annemin teyzesinin bakkalına kadar uzanır mı ? Bir diğeri "İmkansız" dedi, imkansız kelimesini yeni öğrendiğinden durmadan imkansız diyordu zaten... Ben "Uzanır" dedim. Hep beraber bir daha baktık kuyunun içine ve derinliğine. "İmkansız" dedi.. Ben de "Uzanır, ötesine bile geçer" dedim.
Kimsenin ortalıkta olmamasından mıdır bilmiyorum, köylünün hergün evine su götürdüğü kuyunun zincirini ölçmeye karar verdik. Birimiz kovayı tutup çekerken , diğeri zinciri çekiyordu.. Zincir, sular akıtıp şakırdayarak geliyordu. Zinciri çektik, çektik ve bakkalın önüne yaklaşmıştık ki, bakkaldan Teyze Adigece bağırarak fırladı. Elindeki bastonunu kaldırdı. Biz o anda yanlış birşey yaptığımızı anladık. Zinciri olduğu yere attık, zincir toprağın içine çamur olarak düştü... Ve sanki bizi görmeyeceklermiş gibi bir daha kaçmaya başladık.
Kaçtık, kaçtık, bahçelerin, çitlerin arasından kaçtık. Güllü bahçenin içinden sessizce geçtik. Birisinin ağılından geçerken mandalar bizi gördü ve ardımızdan koştu. Şükür ki, başka bir bahçenin çitinin üstünden atladık...
Sonra bir ufak çayın yanındaki ağacın dibine vardık.
Soluk soluğa kendimizi attık yere.. Birimiz diğerine "Gördünüz mü, imkansız" dedi.. Diğerimiz "Daha çekerdik, bakkal çıkmasaydı" dedi..
Zincirin boyunu öğrenemeden büyüdüm gittim.
Jan Devrim
18/08
Taksim
Çocukluğumda, hemen her zaman, gökyüzü masmaviydi..
Yada ben hep öyle hatırlıyorum, yaşım ilerledikçe, eski güzelleşiyor. Oysa; çocukluğumda daha farklı olacak gibi geliyordu..
Yaz tatillerini köyde geçirirdik, İstanbul - Ankara arasına sıkışmış ufak bir kasabaydı bizimkisi, köyü daha da küçüktü.. Ama "Çarşı" büyük gelirdi gözümüze, köy de olduğundan da küçük...
İlkokul öğrencisiydim, tahta ve toprak karışımı bir evimiz vardı. Hâla aradığım tatlı sessizliğin o günlerden miras kaldığını söylersem inanır mısınız? Sabahları tavukların gıdaklamasından başka gürültü duyulmazdı. Geceleri böceklerin sesleri, bir iki gece kuşu ve rüzgarın fısıltısı.
Diyorlar ki; bizim dilimiz rüzgarın fısıltısından yerleşmiş ağzımıza, ormanın sesleri, kuşların ötüşü ve daha kimbilir neler. Sonra insanlar insanlara karışmış ve biz toprağın seslerini unutmuş, dilimizi kaba bir gürültü haline getirmişiz.
Şimdi daha bile kötü: Sesimizi çokluğun ve yokluğun pisliğine ezdiriyoruz ve anlam daha da azalıyor kelimelerin içinde...
Bir seferinde ağaca çıkmıştım, köydeki diğer arkadaşlarım ile birlikte. Ne ağacıydı hatırlamıyorum, ıhlamur olmasın ? Tabi onlar çıktı ve indi.. Ben bir dalın tepesinde kala kaldım. Sımsıkı tutundum, ve, evet gökyüzü masmaviydi, ben korkuyordum.
Ananemi çağırdım. Kapıdan ağaca kadar olan bir milyar adımlık yolu uçarak yürütü geldi. İki adım tırmandı ve beni tuttu... Biraz önce yolunmuş ot kokan, akşam yenilecek ekmek için yoğurulmuş hamur kokan, annem kadar annem kokan anneanneme sarıldım, parmaklarımı etine sıkı sıkı geçirdim ve indim aşağıya.. Titriyordum.
Gözlerime biriken yaşları sildi... Yanağıma bir öpücük bıraktı ve sonra işine döndü. "Bir daha ağaçlara çıkma!" demedi... Bildim, çıkarsam indirecekti...
Sonra? Sonra türlü türlü yaramazlık. Köyde ne yapılırsa o...
Çarşı'dan geldiğim için, köydeki çocuklara bir garip geliyordum. Herşeyden önce ayağımda "Lastik" çarık yoktu, basbayağı bir ayakkabı vardı. Ama ayakkabı kayıyordu çimenler üzerinde, lastik ise ne eziliyor, ne yırtılıyordu. Ben ayakkabılarımın tabanları söküldükçe dayak yiyordum. Yine de bana lastik almıyordu annem.
Ağustos güneşi bizi yaktıkça ağaçların altına saklanıyorduk. Terlemiş yüzümüz ateş basmış gibi oluyordu. Caminin abdesthanesinde yüzümüzü yıkıyor, birbirimizin eline tulumba ile su döküyorduk. Sonra imama çaktırmadan camiye girip, tatlı bir ikindi uykusu uyuyorduk...
Bir gün, sebepsiz, sadece koşabildiğimiz ve koşmak istediğimiz için, taylar gibi koşmaya başladık. Koştuk ve koştuk. Durmadan koştuk. Nefesimiz kesilene dek koştuk, çayda dinlenen ve serinleyen mandaları geçtik, bahçesinden çıkamayan ve durmadan havlayan köpeği, gürültü olunca bağıran teyzenin güllü bahçesini geçtik. Köyün sessiz meydanına ulaştık. Çarşı'da pazar kurulduğu için, bütün köylü gitmişti. Meydanda sıcak ve toz birbirine karışmıştı.
Yine kendimizi kuyunun başında bulduk. El birliği ile su çektik, minik ellerimiz ile yüzümüzü yıkadık. İçtik. Kanana kadar içtik. Hatta defalarca o kovayı aşağıda saldık ve çektik, nasıl koşmaya başladıysak sebepsiz, suyu da sebepsiz içmeye devam ettik. Öyle ki küçük karınlarımız kocaman oldu. Göbeklerimizi açıp lıkırdayan karınlarımızı birbirimize gösterdik ve bayılana kadar kahkaha attık.
Bayılana kadar eğlendik... Kuyunun yanı başına yorgunlukla çöktük.
Birinin aklına geldi "Acaba bu kuyunun zinciri ne kadar uzun ?"
Acaba annemin teyzesinin bakkalına kadar uzanır mı ? Bir diğeri "İmkansız" dedi, imkansız kelimesini yeni öğrendiğinden durmadan imkansız diyordu zaten... Ben "Uzanır" dedim. Hep beraber bir daha baktık kuyunun içine ve derinliğine. "İmkansız" dedi.. Ben de "Uzanır, ötesine bile geçer" dedim.
Kimsenin ortalıkta olmamasından mıdır bilmiyorum, köylünün hergün evine su götürdüğü kuyunun zincirini ölçmeye karar verdik. Birimiz kovayı tutup çekerken , diğeri zinciri çekiyordu.. Zincir, sular akıtıp şakırdayarak geliyordu. Zinciri çektik, çektik ve bakkalın önüne yaklaşmıştık ki, bakkaldan Teyze Adigece bağırarak fırladı. Elindeki bastonunu kaldırdı. Biz o anda yanlış birşey yaptığımızı anladık. Zinciri olduğu yere attık, zincir toprağın içine çamur olarak düştü... Ve sanki bizi görmeyeceklermiş gibi bir daha kaçmaya başladık.
Kaçtık, kaçtık, bahçelerin, çitlerin arasından kaçtık. Güllü bahçenin içinden sessizce geçtik. Birisinin ağılından geçerken mandalar bizi gördü ve ardımızdan koştu. Şükür ki, başka bir bahçenin çitinin üstünden atladık...
Sonra bir ufak çayın yanındaki ağacın dibine vardık.
Soluk soluğa kendimizi attık yere.. Birimiz diğerine "Gördünüz mü, imkansız" dedi.. Diğerimiz "Daha çekerdik, bakkal çıkmasaydı" dedi..
Zincirin boyunu öğrenemeden büyüdüm gittim.
Jan Devrim
18/08
Taksim
Yorumlar