Kahve
Falı
Yıllar önceydi… Eskimiş, bakımsız bir pasajın dökük boyalarının bir köşesine ilişmiş bir
terzini dükkanında sohbet ediyorduk. Bir ara ortalıktan kayboldu. Ben de özenle
saklanmış moda dergilerinin yıllanmış “Patron” kalıplarını göz ucu ile inceleyerek
vakit geçirmeye çalışmıştım. Hangi eve girsem bu dergileri görüyordum o
sıralar, “Burda” yada “Falanca Modası” dergileri. Yazıdan çok şık giyimli
kadınların mevsime göre “peti-kareli!” diz altı etekleri yada abartılmış
omuzları ile ceketler ve altında bir yazı: “Vatkaların doğru kullanımı”
Bilmem nedendir, o zamanlar kadınlar kendilerini böyle
dergilerdeki gibi görmek isterlerdi hep. Şık bir şekilde, büyük bir havuzun
yanından kimseye bakmıyormuşcasına yürümek. Acaba bu dergiler hala var mı? Her
neyse, sonunda kaybolduğu ufak aralıktan
elinde iki kahve fincanı ile geldi. Ve önüme birini bıraktı.
Esmer teni ve sanki uysun diye özellikle boyanmış gibi
duran, kızıl saçları… Bir arkadaşımın, yoldan geçip giderken tanıştırdığı bir kadıncağız.
O zamanlar benden beş, belki yedi yaş büyüktü. Ama arkadaşca davranıyordu. İsmi
hatırımda değil doğrusu, yine bir gün dükkanının önünden geçerken uğramıştım ve
belki bin yıldır sohbet ediyormuşcasına temiz ve derin bir muhabbete
dalıvermiştik.
“Bu sohbet kahvesiz olmaz…” dedi.
Doğrusu pek kahve ile aram yoktur. Yoktur, başka yerlerde
böyle midir bilmem ama, bizde kahve içmek büyüklerin marifetidir. Çocukluk
yıllarımda çok merak etmeme rağmen kahve içememiştim. Ne zaman anneme “Bana da kahve ver!” desem, misafirlere bir anlık
bir tebessüm gösterip gözleri ile özür diler ve bana dişlerinin arasından “Olur
mu oğlum? Çocuklar kahve içmez!” derdi.
Bir keresinde, babamın dükkanında misafirlere çay söylemeye
giderken bana “Kendine de ne istersen söyle!” demişti. Ben de bu imkanı bir
fincan kahve söyleyerek değerlendirmiştim. Ancak, çaycı gelince utancımdan
sesimi çıkartamamıştım. Babam da yanlış getirdiği için çocukcağızı azarlamıştı!
Ben de azar işiteceğim korku ile, tezgahı altına bir yerlere sinivermiştim!
Kahvemizi içtik. O
da bir sigarayı katık yaptı, alışa geldiği hareketlerle.
“Kaç sigara içiyorsun günde?” dedim… Dişlerini göstermemeye
çalışarak gülümsedi.
“İki paketi buluyor!” dedi. Sonra elini fincanıma uzattı ve
“Bakalım başına neler gelecekmiş?” dedi.
Biraz önce özenle kapattığı fincanı aldı, biraz salladı… İlk
defa birisi kahve falıma bakacaktı, gözlerim her hareketini izliyordu.
Oturduğu eskimiş sandalyeye iyice kuruldu, bacak bacak
üstüne attı ve telvesinin fazlasını akıttı özenle. Gözlerini fincanın içine dikti.
Özenle birkaç kez çevirdi ve konuşmaya başladı.
“Bir yolculuğa çıkacaksın. Uzun bir yolculuğa…” dedi…
Yüzümdeki şımarık, alaycı ve akılcı gülümseme yavaşça
kayboldu… İçimdeki merak ve heyecan beni iyice dürttü ve uyandırdı. Kalbimin atışı hızlandı. Gerçekten kendimi
mıhladığım bu şehirden uzak bir yere gidiyor olabilir miydim? Gerçekten uzun
bir yolculuk beni bekliyor olabilir miydi? Bu anlatacakları ve hayatımın bir
kısmı bir fincanın dibine bilmediğim bir güç tarafından kazınmış olabilir miydi?
Bu sıkışmış terzi bir yavaş yavaş büyülü bir loşluğa
büründü gözümde. Bu özensiz kadın ve dağınık saçları bir bilgeliği, gizli bir
bilgiyi saklıyor olabilir miydi?
Sustum ve dinledim.
“Yolculuk kesin..” dedi gözlerimin içine bakarak, tepkimi
ölçüyormuşcasına. Sarı gözaklarının arkasında dumanlı birşeyler hareket
ediyormuş gibi geldi bir an…
“Ve bu yolculuk sana büyük bir makam getirecek!” dedi
ardından…
Büyük bir makam? Bir şirkette yöneticilik? Devlet
dairesinde çalışmak?
“Ve geleceğin çok parlak!” dedi sevinçle… Yüzüne hayret ve
mutluluk dolu bir gülümseme oturdu… Sanki kendi geleceği parlakmışcasına,
kikirdedi…
“Hiç böylesini görmemiştim.” Dedi. “Çok ama çok parlak bir
gelecek seni bekliyor… Ama bu zor yolculuğa çıkman lazım…”
Şaşırdım. Bu kadar
iyi bir haber falın o gizemli girişindeki tüm sihri bozmuştu. Hoşuma gitmişti,
büyük bir makam, zenginlik, parlak bir gelecek… Bunlar iyiydi ama ya fal? Biraz
gizem, biraz macera olmalı değil miydi? “Zor bir yol” belki uzak bir yere,
mesela yurt dışına yolculuk olabilir miydi?
Sıkıldım. Yine o akılcı ve şımarık gülümsememi takındım.
“Fala inanma, falsız kalma!” dedi.
Biraz gülümsedik ve bu saçma ayin ile alay edip eğlendik. Birkaç on dakika daha sohbet edip çıktım,
küçük şehirler rahat yerlerdir. İşinize her zaman zamanında yetişirsiniz, zaten
hiç birşeyin o kadar da acelesi yoktur, birkaç arkadaşımı daha ziyaret ederek
işin yolunu tuttum.
Sonra ben bu falı ve bu sohbeti unuttum. Uzun bir yolculuğa
çıkmadım, hiçbir araba beni o kadar uzağa götürmedi. Ne de müthiş büyük bir
zenginlikle karşılaştım.
Yıllar sonra, ama çok uzun zaman sonra bir başka
arkadaşımın ofisinde ikram ettiği kahveyi içerken, bu sohbet geldi aklıma…
Sonra kendi uzun yolculuğumu buldum... Hayatımdaki herşeyi
değiştirdiğim ve bildiğim tüm gerçekleri, dostları ve iyilikleri bir kenara bırakıp bambaşka bir iklime beni yönlendiren bir yolculuktu bu: Bu
hayatın içindeki tüm sahteleri yırtma yoluydu… Belki birkaç yıl, sadece yola çıkma mücadelesi
verdiysem, canım yandıysa ve ruhum parçaladıysa… Zorlu bir yolculuk…
Ya hala varamadıysam? Hala bir ömrün içinde parlak bir
geleceğe varabilmek için yürüyor ve acı çekiyorsam? Bundan daha uzun bir
yolculuk yoktur sanırım.
Bazen rüyalarıma giriyor, garip fallar görüyorum. Yada
rüyalarım bana fal gibi geliyor, bilmiyorum. Yılların özeti birkaç saniyeye
sığıyor, nasıl bir ufak fincana sığıyorsa öyle. Ancak olan olmuşlara, biten bitmişlere
karışana dek, anlamıyorum ne anlatıldığını…
Ona ne oldu bilmiyorum, belki hayatta değildir, belki de
nihayet evlenmiş çoluk çocuğa karışmıştır… Gördüklerinin bir fincandaki
şekiller ve kendi hayalleri, benim hakkımdaki iyi dilekleri ve yorumları
olduğunun bugün farkındayım. Ancak, ben kendi yorumumu kendim yapıyorum ve işte
böyle yorumluyorum!
23.08.2002
Jan
Devrim
Mecidiyeköy.
Yorumlar