Kabusların Anası
Belki de benim
hasarlı yaralı beynimin bir ürünüdür bilmiyorum. Bilmiyorum, şakaklarımdan
başlayıp, başımın ta tepesine uzanan o dikişlerin ne kadar etkisi var bu yaşadıklarımda.
Bilmiyorum, kulağımın sol üstünde, saçlarımın , kalsaydı eğer, beyazlamaya başlayacağı
yerde bir metal parçası olmasının ne kadar etkisi var bilmiyorum.
Bilmiyorum.
Bilmiyorum içinden
geçtiğimiz o karanlık günlerin etkisi ne kadar ? Güneşin doğmadığı aylar
görmüştüm. Doğuyordu elbette, bizim küçük dertlerimiz yada var olup olmamamız o
devi etkilemez ama üzerimizdeki toz ve pus görmemize engel oluyordu. Sanki hiç
doğmuyormuş gibi geliyordu bize.
Biz böyleyiz:
Görmediğimizi, yok zannederiz. Hayatımızı da buna göre şekillendiririz.
Yarattığımız pus, karmaşa ve kirlilik güneşin önünü kapattıysa, güneş
doğmamıştır bizim için.
Biz böyleyiz :
Hayatı kirletir ve kirlettiklerimizi suçlarız kirlendikleri için.
Ama yine de puslu,
kötü aylardı. Savaşın başında ben büyük gazetelerden birinin, hani her gün
kahvaltıdan önce alınan ve yaşlı amcaların çaylarını içerken okudukları
gazetelerden birinin önemli muhabirlerinden biriydim. Bir tek derdimiz vardı:
Ülkemiz büyük olsun, toprağı bol olsun, her yere uzansın kolları. İş çok ama
çok olsun. Tüm iş adamlarının işi büyüsün, fabrikalar açsınlar. Ülkenin
başkentinden, çevre ülkelere bir ahtapot gibi ulaşsın kolları ve oradaki
varlığı, zenginliği, kaynakları emsinler. Biz daha büyük binalarda oturalım.
Daha güzel arabalarımız olsun. Halkımız da zenginleşsin. Daha iyi
televizyonları olsun.
Bunun vatanseverlik
olmadığını kim söyleyebilir ?
İşte bu yüzden;
yanı başımızdaki ülkede bir karmaşa çıktığında, önce biz yazdık, oradaki
soydaşlarımızı korumamız lazım diye. Önce bunu yazdık tabii. “Hemen bizim
ülkemize gelsinler, sahip çıkalım” dedik. Sonra “Gelmeleri büyük sorun,
vatanlarından ayırmak doğru mu onları ? “ dedik, “Madem öyle, neden oldukları
yerde sahip çıkmıyoruz ki ?” Büyük alkışlar geldi.
Sonra çatışmanın
arasında kalmış şehirlerden birinde, yıkık bir binanın önündeki mavi gözlü bir
kız çocuğu ile röportaj yaptım. Altına
çalan saçları toz içinde, üzerinde yırtık, mavi kırmızı çizgili eskimiş bir
kazak. Esmer yüzü çamurdan benek benek
olmuş. Büyük gözlerinden akan gözyaşları yanaklarına silinmeyecek izler
bırakmış. Bana dolu dolu gözleri ile annesini soruyordu. Babası çoktan ölmüştü.
Bu kızlardan
binlercesi olduğunu yazdım. Bombalar altında; yıkık binalarda yaşayan, susuz aç
küçük kızlar. Vicdansızların kölesi olacak küçük kızlar. Hepimizin vicdanı
ayaklandı. O hepimizi kızıydı artık.
Büyük alkışlar arasında
okundu benim yazdığım haber parlamentoda. Hepimiz ama hepimiz çok heyecanlıydık,
ordumuz ülkeyi işgal etme kararı aldığında. Elbette kalıcı olmayacağımızı
söyleyecektik ama her şey düzeldikten sonra birkaç kentin bizde kalmasında
nasıl bir mahsur olabilirdi ki ? Zaten o topraklarda yaşayanlar yüzyıllardır
bizimle aynı dinde aynı dilde insanlardı. O insanların yurdu zaten bizim
yurdumuzdu.
İlk asker adım
attığında, zafer anının çok yakında geleceğini hissediyor gibiydik.
Onun yerine karmaşa
o ilk adımla birlikte bizim ülkemize sıçradı. Başkentimizde patlamalar, sahil
kasabalarında vahşice, canice eylemler. Ölen çocuklar. Artık mavi gözlü kız çocukları bizim
sokaklarımızda ağlıyordu.
Ordunun bir kısmı o
ülkede savaşırken, bizim içimizdeki ayrılıkçılar, düşmanlar, yabancılar,
hainler birleşmiş ve bize karşı savaşıyordu. Her sokakta bombalar patlıyordu.
Attığım o parlak
başlıklar sönmeye başlamıştı. Acı evime kadar girmiş, aile üyelerimi benden çalmıştı.
Gazetemiz ise bazen çıkıyor bazense kağıt ve elektrik olmadığından
çıkartılamıyordu.
Ülkemiz soluyor,
sönüyor ve ölüyordu.
Ben işimi yapmaya
devam ettim. Elimde fotoğraf makinam, artık
hemen hemen her sokağa inmiş, cepheleri çekmeye başlamıştım.
Bu acıdan ve
dehşetten, kükürt ve barut kokusundan, yanan cesetlerin kokusundan, ölü çocukların
bakışlarından, kandan, açlıktan ve susuzluktan, bitmeyen ishal, kusma ve
bitkinlikten kurtulursam bu fotoğrafların geleceğimi kurtaracağına inanıyordum.
Belki başkalarının değil ama benim
geleceğimi.
Yine de kutsal bir
görev yaptığıma yürekten inanıyordum.
Cephelerdeki
tepeleri tek başıma tırmanıyor, düşmanların ve bizim fotoğraflarımızı
çekiyordum. Ölümün ve yok oluşun albümünü oluşturuyordum .
Nice genç öldü.
Nicesi sakat kaldı. Cephe gerisinde çok kötü durumda olanların ölüme terk
edildiklerini hatta kurtulmaları için öldürüldüklerini gördüm.
Bir çoğu son
nefeslerini tutarak gözlerini bana dikip “Neden” diye soruyorlardı. Bunlar bir
zamanlar öğrenci, muhasebeci, marangoz, kamyon şoförü olan gençlerdi. Bir kız
bulup evlenecek, iki oda bir evde çay içerek yaşlanacaklardı.
Şimdi pis bir sahra
hastanesinde ölümü yada kurtulup tekrar ölüme gitmeyi bekliyorlardı.
Düşmanla çarpışılan
bir cepheye iki kilometre uzaklıktaki bir sahra hastanesindeydim. Ölenlerin ve
kurtulanların fotoğraflarını çekiyordum. Uzaklardan bir köylü kadının yanında
devasa bir çoban köpeği ile koşarak geldiğini gördüm. Yüzü; başörtüsünün
altında karanlıktı. Aslında yuvarlak yüzlü bir kadındı, belki gülümsediğinde
çok da şirin olabilirdi. Ama şimdi gözleri karanlık bakıyordu. Yanındaki
köpeği, belki beline kadar geliyordu. Kadın da kısa boyluydu ama dik duruşu
garip bir heybet vermişti. Ellerinde kınadan dövmeleri vardı. Siyah şalvarı ve
üstündeki çiçekli gömleği evde ne bulduysa giyip çıktığını gösteriyordu.
Köpek olanca
azametine rağmen sessiz ve neredeyse uyuşturulmuş gibiydi. Kadın, köpeğinin bir
adım arkasından gidiyor, köpek daha önce koklamış ve yolu bulmuşçasına yolu
gösteriyordu. Sonunda bir sedyenin yanına geldiler.
Sedyede yatan
parçalanmış bedenden hala kan akıyordu. Kadın titreyen elleri ile cesedin
üzerindeki örtüyü kaldırdı. Gözleri yas, acı ve gözyaşı ile doldu. Bakışları
karardı. “Yetişemedim oğlum. “ dedi fısıltı ile dişlerini açmadan. “Yetişemedim
oğlum.” Bedeni titremeye başladı, arı vızıldaması gibi bir titreme ile
sallanıyordu, öyle ki gözlerini görmek mümkün olmuyordu.
“Seni kim öldürdü
oğlum?” diye sordu. Son duyduğum buydu.
Tam bu sırada
cepheden bir büyük patlama geldi. Üzerimizden bir uçak uçtu ve çok
yakınımızdaki tepelerden birini havaya uçurdu. O müthiş gürültü ile yer
sarsıldı ve hepimiz devrildik. Üzerime yağan taşlardan dolayı her yanım ezik ve
kan içinde kalmıştı.
Ayağa kalktım.
Kadın ve köpeği gitmişti. Çevreye baktım özenle ama hiçbir yerde göremedim.
Artık hava
kararıyordu. Koşarak cepheye gittim. Belli ki savaşın kader anlarından biri
yaşanıyordu ve ben ölmek pahasına bu ana tanık olacaktım.
Cephenin üstünde
askerler neredeyse göğüs göğse çarpışıyordu. Patlamaların ölümcül aydınlığında
her şey bir an ve kare gibi görünüyordu. Bir patlamada bir askerin koştuğunu
görüyordum, bir diğerinde yok olduğun, parçalandığı, bir yerlere savrulduğunu.
Sonra bir başka kare aydınlanıyordu gözlerimin önünde dumanlar, sisler ve
alevler içinde beş on kişilik bir grubun koşuşturduğu, bir sonraki karede
içlerinden bir kaçının ayakta kaldığını, birinin kopmuş bacağını tutarak
haykırdığını görüyordum.
Bu karelerden
birinde o kadının ve köpeğinin inanılmaz bir çeviklikle koşturduğunu gördüm. O
tarafa doğru gittim, onu uyarıp dönmesini sağlayacaktım. Bu cehennemden
kurtulması imkansızdı çünkü.
Gittiğimde bizim
cephemize yaklaşmış bir düşman askerine yanında gördüm onu. Asker donmuş ve
korku, dehşet, hayret ile ona bakıyordu. Kadın askeri iki omzundan tuttu. Köpek
saldırmaya hazır bekliyordu. Askerin gözlerine bakarak duyamadığım bir şeyler
söyledi kadın. Askerden bir yanıt gelmedi. Bir patlama ile sarsıldık yine ve
askerin parçalanmış olarak yerde yattığını gördüm.
Kadın bu kez başka
bir askere doğru koşmaya başladı, toprak parçalarının, taşların üzerinden
çeviklik ile atlıyor, düşman yada bizim askerlerimizden birini tutuyor ve
gözlerinin içine bakıyordu. Tuttuğu asker artık silahını elinden düşürüyor ve
bir anlık karanlıktan sonra yerde parçalanmış oluyordu.
Kadın belki on – on
beş askerin yanına gitti bu şekilde ve her biri bir saniye sonra ölmüştü. Korku
ve merakla ne yapacağımı şaşırdım. Uzaktan bana doğru döndüğünü gördüm. O
karanlıkta gözlerinin içinde iki ışık tanesi olduğunu, yüzünün daha önce
seçmediğim dövmeler ile bezeli olduğunu gördüm. Köpeğin de gözlerinden ışıklar
çıkıyor, sahra hastanesinde görmediğim sivri dişlerini, dik kulaklarını düşmanını
korku ile kaplamak için gösteriyordu.
Kadının
gözlerindeki ışığın bana doğru geldiğini fark ettim. İçime benzersiz bir korku
geldi. Toparlanmak ve kaçmak istedim. Onun çeviklikle taşların üzerinden
atlayışı, başörtüsünün esen rüzgarda sallanmasını gördüm. Köpek beni bir
sonraki hamlede parçalayacak gibi geliyordu. Kaçmak istedim Ama o gözlere
bakmaktan kendimi alamıyordum. Dizlerim titremeye başladı. Ağlamak istedim
ağlayamadım. Ölmek istedim. Tüm dünya kararmıştı. İki çift göz bana doğru
koşuyor koşuyordu. Bedenim artık benim değildi. Bu gözler bana durduğum yerde
durmayı emretmişti sanki ve benim yapacak hiçbir şeyim yoktu. Aklımda
parçalanmış askerler, ölüm, yok olmak vardı. Yok olarak edineceğim rahatlık
bile bana bir anlık sükûnet vermiyordu.
Sonra o gözler
büyüdü. Karanlık yüz iyice karardı, yol yol dövmeler canlı birer solucan gibi
oldular. Köpek yaklaştıkça, köpek olmaktan çıktı iki ayaklık bir canavara, deve
dönüştü. Kocaman bir burnu olan ,ellerin pençe gibi, kaslı bir canavara.
Kadın yanıma geldi,
güçlü elleri ile benim cılız, zayıf, yorgun omuzlarımdan tuttu. Kemiklerimin bu
eller arasında ezildiğini hissettim. Karanlığın içindeki gözlerinden ölüm
fışkırıyordu.
O gözlere baktığım
anda başının arkasından dört siyah güneş doğduğunu gördüm, ay tutulması gibi çevresi
parlak ama ölüm saçan dört güneş başının ardında büyüyordu. Bu güneşlerden
çıkan ışık huzmeleri kadının başında buluşuyor ve bu baştan güç alıyorlardı.
Evren ve tüm yıldızlar arkada teker teker sönüyor ve her şey kararıyordu. Ancak
kıyamet bu kadar korkutucu ve azametli olabilir diye düşündüm.
Kadın hırıltılı ve
ölüme benzer bir sesle bana haykırdı.
“Benim oğlumu sen
mi öldürdün ?”
Titremeye başladım.
Korkudan çenem kitlenmişti, dişlerimin etime battığını hissediyordum.
“Onlar doğruyu
söyleyemediler.“ Dedi aynı hırıltılı sesle. “Söyle benim oğlumu sen mi öldürdün
?”
Zaman durdu.
Bütün yaşananlar, o
zafer dolu manşetler, hırslarımız, kesin olduğuna inandığımız başarı… Hepsi
geldi aklıma bir anda.
Yok olan canlar
geldi. Ailemin ezilerek ölüşü geldi.
Sevdiklerimi kaybetmem. Binlerce çocuk cesedi geldi aklıma. Binlerce ölü her
yerde.
Patlayan bombalar
geldi.
İçimde acı, nefret,
pişmanlık çağladı. Bir ateş topuna dönüştü. Bu top göğüs kafesimden ağzıma
doğru yükseldi. Bütün kaslarım tekrar güç aldı ve bedenim tekrar dikildi.
Boğazımdan
hırıltılı, nefret dolu, alev saçan, bir ayının homurdanmasına, yaralanmış,
ölümcül ve şeytani bir tanrının haykırışına benzer bir ses çıktı:
“Evet ben öldürdüm.
Senin oğlunu ben öldürdüm”
Kadın şaşkınlıkla
bir adım geri attı.
Bu hırıltılı ve
ölümcül ses, yok edici güç beni de şaşırtmıştı. Korku gitti bedenimden. Artık
ben de onun kadar dehşet saçıyordum bakışlarımla.
Kadının yüzündeki
şaşkınlık arttıkça yanındaki canavarın hırıltısı artıyordu. Bir an geçti mi
bilmiyorum, sanki daha da büyük bir dehşet saçmama için canavarın bana tek bir
hamle ile saldırdı. Pençesini başıma doğru salladı.
Bir parçalanma,
kırılma sesi duydum. Gözlerim karardı. Şakaklarımdan oluk oluk kanın aktığını
hissettim Tam o anda bir patlama sesi eşlik etti hissettiklerime. Patlamanın
canavarın saldırısından geldiğini sanmıştım ilkin. Ama sonra yanı başımıza
düşen bir top mermisinden olduğunu anladım.
Sessizlik ve tiz
bir uğultu hatırlıyorum sadece. Düştüm. Çamura karıştı kanım.
Beni gelip aldılar.
Sahra hastanesinde tedavim başladı. Yaşadığımın sebebini biliyorum: Kabusların
anası geldi ve hepimizin üzerin çöktü.
Gördüklerimin ne
olduğunu bilmiyorum. Patlama mı bana bunu yaptı yoksa barut kokusu mu ?
Gerçekten o kadın orada mıydı ? Olayların sırasını karıştırıyor olabilir miyim
? Bilmiyorum. Belki bir top mermisi ile yaralandım ve komadayken rüyamda bunları
gördüm, bilmiyorum.
Yüzümdeki pençe
izleri taşlardan ve metal parçalarından olabilir. Bilmiyorum.
Kabusların anası
ile tanıştığımı biliyorum.
Yok oluşların anası
ile tanıştığımı biliyorum.
15/09/2016 Datça
16/09/2016 Gömeç
Yorumlar