Meczubun
Oğlu
Hatırlıyorum. Hep
hatırlıyorum. Gözlerimin kanayana kadar düşünülüyorum. Hep hatırlıyorum. Hiç
aklımdan gitmiyor. Hep hatırlıyorum.
Her şeyden niye
nefret ettiğimi iyi hatırlıyorum.
İnanılmaz pis
kokuyordu. Hayal edemezsiniz. Bin yıl yıkanmamış gibi bir şeydi nasıl anlatsam.
Ölü fare çiş ve kusmuk kokuyordu. Sanıyorum pantolonluna sıçıyordu ve hiç değiştirmiyordu. Sokağın başından bile
anlıyordum geldiğini.
Pis kokuyordu.
Sakalları uzamıştı ama sanki hep aynıydı. Yada birisi tıraş ediyordu sanki.
Bilmiyorum.
Pis kokuyordu. Ama
çok kötü. Genelde yanından geçerken çöplerden başını kaldırır bana bakardı. Ben
yüzümü kaldırmadan yanından geçerdim. Her seferinde ölmemiş olduğu için
kahrolurdum. “Bir gün orada ölüsünü görsem” derdim, bir yerde donmuş olsa ne güzel olurdu.
Pis kokuyordu.
Sokaklarda yaşıyordu. Varlığı içimi acıtıyordu. İki çöp kutusunun arasında bir kartondan kulübesi
vardı. Yanından geçerken kız arkadaşlarım korkar kaçardı. Kızları kenara
sıkıştırdığının ve tecavüz etmeye çalıştığının hikayesini çok duyardım, doğru
yalan bilmiyorum. Bazen mahallenin esnafı onunla dalga geçerdi. Kızdırırlardı.
O da pipisini çıkartıp dükkanlarına işerdi. Sonra da öldüresiye döverlerdi onu.
Dövdüklerinde karşı koymaz, ağlayarak kaçmaya çalışırdı. Belki her hafta bir
kez başı gözü yaralı bir yerlerde görürdüm sessizce ağlarken.
Çok pis kokuyordu.
Hiç görmek istemiyordum. Ama bizim mahallenin delisi, meczubuydu işte. Bazen
konuşur gibi bir ses çıkartırdı. Bazen de sadece kocaman gözlerinin, bütün
kirliliğine inat bembeyaz akını üzerime diker bana bakardı, anlamsız bir boşluk
ile. Öyle bir boş bakıştı ki bu, beyninin donduğuna ve hiç bir şey
düşünmediğine yemin edebilirdiniz.
Mahalleli akşamları
kalan yemekleri verirdi ona. Birazını kendisi
yerdi. Ama ne yemek; üstüne akıtarak, sakallarına bulaştırarak yerdi.
Sonra ısırdığı ekmeğin bir parçasını yanından ayrılmayan ve mahallelinin
“Rambo” dediği köpeğe verirdi. Kahverengi, zayıf bir köpekti. Yaşlıydı.
Etindeki kurt delikleri hala görünüyordu. Pireliydi elbette. Derisinin tüyleri
yerler dökülmüştü, bir zamanlar güçlüydü belki ama şimdi öylesine zayıftı ki.
Onu döverlerken, köpek uzaktan bir yerden havlar, hırsla sağa sola atlar ama
kimseye saldırmazdı. Çünkü korkaktı. Kimseye saldıracak gücü yoktu. Belki kaç
kere kemikleri kırılmıştı. Rambo’ya çocuklar saldırırdı bazen. Taş atar,
kızdırırlardı. Rambo üzerlerine gelince de sakladıkları sopalarla döverlerdi. O
zaman koşar, çirkin, öfkeli ama zavallı bir ses ile köpeğe sarılırdı. Sopalar
onun sırtında kırılırdı.
Sonra ikisi
ağlayarak yaşadıkları kutununu içine dönerlerdi. Rambonun yaralarını suyla
temizlerdi. Rambo da inleyerek, ağlayarak onun koynuna girerdi. O köpeğe
sarılmasını gördüğüm zaman içinde deli bir acı çağlardı.
Çok ama çok pis
kokuyordu.
Babam çok pis
kokuyordu. Kimse bilmiyordu. Ama ben biliyordum, babamın o meczup olduğunu.
Mahallenin delisi. Niye başka bir yere gitmemiş yada biz niye gitmemişiz
bilmiyorum. Başka kimsesi var mı bilmiyorum. Annem yok demişti. Babaannem
nerede bilmiyorum. Amcam var mı ? Halalarım varsa arada gelip bu meczuba “Bu
bizim abimiz, ne hallere düştü. “ diye bakıp bir yerlerden bir parça kıyafet
almazlar mıydı ?
Bilmiyorum. Hiç
birini bilmiyorum. Onu her düşündüğümde aklıma bir babadan çok pis kokan bir
çöplük gelirdi.
Şehre kar yağardı
ama çok yağardı. O karda, karanlığı içinde bir çift gözün titrediğini ve çok
ama çok üşüdüğünü, kemiklerine kadar üşüdüğünü, üşümekten ağladığını görürdüm.
Rambo ile birbirlerine sarılır, kartondan, naylondan, teneken yaptıkları o
çadır baraka bozuntusunun dibine giderdi.
Annem anlatırdı,
bir zamanlar birlikte Pazar sabahları kalkarmışız, mutlu bir kahvaltı
yaparmışız. Babam beni çok severmiş. O zaman da sakalları varmış, ince uzun,
kıvırcık sakalları. Yüzüne sürtermiş benim minik, tombul yanaklarımı ve öpermiş.
Sakalları batarmış yüzüme. Annem kızarmış, beni ağlatıyor diye.
O sakalları ve saçı
hala kıvırcıktı Mahalle berberi bayramdan önce tıraş ediyordu. Ama berberi kötü
kokmasın diye sokağın bir köşesine sandalye koyup orada tıraş ediyordu. Bir iki
kez öğürdüğünü gördüm, kokusundan.
O sakalların bana
bebekken dokunduğunu düşündükçe çıldıracak gibi oluyordum.
Arkadaşlarım
bilmiyordu meczubun babam olduğunu yada biliyorlardı da bana söylemiyorlardı.
Hep düşünürdüm, babam porno oyuncusu, hırsız yada katil olsaydı. Ölü olsaydı.
Büyük bir terörist yada cani olsaydı. Hepsinin üstesinden gelebilirdim. Ama bir
meczup, deli, herkesin dövdüğü, eziyet ettiği bir sokak köpeğiydi benim babam.
Bizi yoksulluğa, rezilliğe mahkum etmiş bir aklı vardı. Ve o akıl, o delilik, o
çılgınlık bana da miras kalmış olabilirdi.
Babam çok pis
kokuyordu ve ben de onun gibi olmaktan o kadar korkuyordum ki, bir gün kendimi
öldürmeye karar vermiştim.
Anneme yüzlerce kez
sordum. Bana hiçbir sebep söyleyemedi. Birkaç ayda delirmiş babam, bir
mühendismiş. Çalışkan da bir adammış, evine bakan, her akşam aynı saatte evine
gelen birisiymiş. Pek içki de içmezmiş.
Ben doğduktan iki yıl sonra delirmiş. Hastaneler, doktorlar, çeşit çeşit
tedavi işe yaramamış. Her seferinde hastaneden kaçmış. Sonunda mahallede
kalmış. Akrabaları dayanamamış ve kaçıp gitmiş. Annem bir terzide çalışmaya
başlamış. Kiramız, terzi yamaklığı derken geçinirdik bir şekilde.
Tüm hayalim
üniversiteyi kazanmak ve bu pis kokan mahalleden, bu deli hatıradan kurtulmak
olmuştu. O kadar çok çalışıyordum ki, sınıf birincisi, okul birincisi , il
birincisi oldum defalarca.
Ama lise çağlarım,
ergenliğin en deli zamanları aklımda bitmeyen bir ölüm fikri ile geçti. O pis
koku, yakınımda olmasa bile yanımdaydı ve o korkunç gelecek benim en büyük
korkumdu. Evlenmemeye karar vermiştim. Hiç kimseyi sevmemeye, çocuk yapmamaya.
Annemle de çok konuşmazdık bu konuyu. Kim kimin kaderine küssün? Meczubun oğlu olmak
mı daha kötü, karısı olmak mı ?
Yüzlerce kez sordum
anneme, neden delirdiğini babamın. Bir sebep bulamadı. Ailede de yokmuş.
Delirmiş yavaş yavaş, hayaller görmüş. Kendini kaybetmiş bir gün. Kötü bir şey olmamış, kimse ölmemiş mesela.
Bu delilik için romantik bir sebep
bulamadım, sadece delirmiş olması vardı elimde.
Asla babam
torunlarını sevmeyecekti. Yada düğünümde yanımda durmayacaktı. Bana kızlar ile
ilgili bir tavsiyede bulunmayacak, sigara içerken ondan saklamayacaktım. Bir
evlada babalık etmeyi ondan asla öğrenemeyecektim. Ergen deliliği ile ona isyan
edip, sonra onun şefkatinin altına giremeyecektim.
Babam ölseydi daha
kolaydı ama her geçişimde kocaman gözlerinin bana anlamsız bakışları,
ölmediğini hatırlatıyordu.
Bir kez, herkes onu
döverken uzaktan seyrettim. Acıma ile seyrettim, öfke ile seyrettim. Gidip
kurtarmak istedim. Ama babam olduğunu bilmesinler istedim, utandım, kim utanmaz
ki.
Babam çok pis
kokuyordu. Yavaş yavaş unutuyordum onun babam olduğunu. O pis kokuyu unutuyordum, sınavları geçtikçe.
Artık o çılgın kaderi aşabilirdim. Onun olmadığı, bilinmediği bir mahalle
bulabilirdim. En sonunda en büyük sınavın zamanı geldi.
Kazandım. En iyi
üniversiteleri kazandım. En büyük şehre gidecektim. Annem de biliyordu bir daha
gelmeyeceğimi. Öylesine hazırlanmıştım ki, kazanmama ihtimalim yoktu.
Kazandığımın haberi
geldi. Bütün arkadaşlarım toplandı. Beni alıp yemeğe götürdüler. Okulun en
çalışkan çocuğu, en başarılı genci bendim artık. Sınıfın en güzel kızı bile
geldi yanıma tebrik etmeye. Bütün gece oturduk. Sabaha kadar kutladık ve
eğlendik.
Artık onların
hepsini geride bırakmıştım ve yeni bir hayat önümdeydi. Gururla göğsüm kabarıyordu. Hiç alçak gönüllü
değildim. Kazandığımı haykırıyordum. Deliliği yoksulluğu aştım, utancı aştım ve
başardım diyordum.
Annemle birlikte
alışveriş yaptık, yeni kıyafetler aldık. Havalı, gideceğim okula yaraşır
kıyafetler.
Önümde ışık dolu,
mucizevi bir kapı açılmış gibi geliyordu. Onun pis kokusunu da unutmuştum.
Ağustos gecesiydi.
Eve dönüyordum. Artık yola çıkmama günler kalmıştı. Bir köşe başından önüme
çıktı birden. Yine boş ama bomboş bakıyordu bana.
Yanından geçmeye
çalıştım. Önüme geçti. Boş baktı biraz daha.
Garip; uğultulu,
hırıltılı bir ses çıkarttı boğazından….”Delirmedin” dedi. “Sen delirmedin”
elini uzattı. Kendimi çektim. O bir adım daha geldi. Elini omzuma koydu.
“Oğlum, delirmedin” dedi. Ağlamaya başladı. Hıçkırarak ağlamaya başladı.
Gözlerinin içine baktım. Sevinç gördüm, o boş bakışın ardından çağlayan bir
sevinç gördüm. Sonra hırsa benzer bir sesle “Git” dedi “Git git git git”
Arkasını döndü,
yürüdü gitti. Rambo yanı sıra yürüyordu. Bir karanlık içinde kayboldu.
Hıçkırarak ağlamaya
başladım. Arkasından gitmek istedim. Gidemedim.
Eve gittim.
Ağlayarak eve gittim.
Babam çok pis
kokuyordu.
Ama benimle gurur duyuyordu.
Babam benimle gurur
duyuyordu.
Hiç kimseye
anlatmadım bunu. Hazırladım ve yola çıktım. O şehre bir daha gitmedim, bana
söylediği gibi. O kış öldü zaten. Belediye kimsesizler mezarlığına gömmüş.
Annem aradı söyledi.
Delirmedim, aklım
bana kaldı sanıyorum.
O pis kokuyu
özledim bir süre sonra.
Benimle gurur duyan
babamın kokusuydu çünkü.
24/09/2016
Yorumlar
Kutluyorum.
Kalemine sağlık.