Paltomun içine
sığınacakmışcasına, küçülüp büzülerek saklanıyorum.
Sonra cesur durmam gerektiği
geliyor aklıma. Cesur ve korkusuz…
Tekrar gözlerimi kısıp ,
sırtımı sırtlanlar gibi kasıyorum.
Hayır, sırtlanlar gibi
değil, onlar vahşi leş yiyicisi.
Başka bir şey gibi. Tahta
gibi mesela?
Her neyse.
Dikkatimi asla görünmeyecek
bir uzaklığa odaklıyor, gözlerimi kısıyorum.
Hiçbir endişe
taşımıyormuşumcasına görmediğim o uzak yerlere bakıyorum.
Evet, ben gerçekten çok
korkuyorum.
Kıpkırmızı bir tren
geçiyor yanımdan, kulak memem bile sallanıyor. Dizlerime bir titreme oturuyor, gözümün
bir kısmı kan kırmızı görüyor. Tren sanki benim içimden geçiyor. Korkudan dilim
tutulur gibi oluyor. A! Bir bakıyorum ki akşam olmuş. Ay bir o yana bir bu yana
salınıyor. Kararsız aylar bunlar, insanlar bile ne yapacağını bilmiyor!.. Ancak
ben böyle şeylerden çok korkarım. Yani aniden geçen trenler, salınan aylar,
kırmızı bir ağaç falan. Böyle şeylere alışkın değilim, hiç görmediğimden değil,
alışmak istemediğimden…Soğuk terler döküyorum. Bir çöp kutusunun arkasına
saklanıyorum ürkekçe. Saklanıyorum ama burnumun direği sızlıyor. Bu nasıl
iğrenç bir kokudur böyle, içinde leş mi var, nedir.. Sıcak ve pis bir terleme
basıyor bu kez bedenimi.
Öfke ile tekmeliyorum çöp
kutusunu, devrilir gibi oluyor ve kapağı açılıyor. Sinekler tarafından yendiği
belli olan bir yüz görüyorum; Yenmiş ve iğreti, hatta iğrenç. Öyle ki gözünün biri neredeyse düşmüş, diğeri
hala gökyüzüne bakıyor.Eminim kapağı açıp baksam, kendine dolanmış ellerini
göreceğim, belki parmakları bile eklem yerlerini tıkırdatarak hala titriyordur.
Böylesi bir manzaraya
yürek dayanmaz, hadi diyelim ki dayandı,
bu koku hiç çekilmez…Ayın da bir an kararmasını
fırsat bilip çıkıveriyorum tekrar yola. Bu nasıl bir yolculuk kardeşim böyle?
Git git bitmiyor! Bir türlü varamıyorum
gideceğim yere.Yoksa güneş de mi hain oldu, bir adi pusuda ve çıkmıyor! Kendime anlamsız sorular sorduğumun ayrımına
varınca, gülümsüyorum.
Bu gülümseme ile bir güven geliyor içime, yüzüm genişliyor,
biraz rahatlıyorum…
Endişe ile yürüyorsan,
sokak hafif ıslak olmalı, ayak seslerim şıpırtılarda dolaşıyor.
Bir binanın gölgesi bin
gözetleyenli bir dev gibi önüme düşüyor.
İçimde derin bir endişe
ama nasıl olsa bu yol gidilecek, tedirgin bir halde yürüyorum.
Derin manaları ile insanı
bambaşka alemlere götürmeyen bir şiir okuyorum kendi kendime. Ne şiir ama! Bir
bilseniz, gülmekten kırılırsınız. Bir yarısını dilimizden olduğu için
anlıyorum, fakat diğer yarısını ise hiç anlamıyorum! Tuhaf bir şey. Karışık bir ses tonunda defalarca okuyorum gecenin bu saatinde.Hani
iyi de geliyor doğrusu:
Ha ne kambe zuhuşte,
Ha me kampe düşenta.
Ku re tim, ku re ta!
Ha me kamde detaşte…
Ezberimde hangi yarısı var?
Korkudan olsa gerek bir
türlü bulamıyorum.
Tetikteyim ama faydası yok.
Eğer saldıracaklarsa, hangi muskaya sarılsam
onların silahıdır artık.
Yani yalnız bir adam
olmak da fayda etmiyor.
Her akşam eve giderken
ben, bunları mı çekeceğim? Bir gündüz bulup işe gidebilsem, ben ne yapacağımı
bilirim; Koyarım ayaklarımı masanın üstüne, gelsin dinlenmiş işler! Değil mi ki
güvendeyim, yani işten atılmazsam eğer, rahatım batmaz bana! Ne eve giderim bir
daha, ne de açarım sözünü!
Bu şiirin de kalanını
hatırlar gibi oluyorum, yanımdan mavi bir tren daha geçiyor…
Hante rika men, tarafa
kat,
Henta rete; Ken kana
kumar?
Eftal, dir yar! Varke ise
hat…
Hanta taraf, men komar…
Birden zihnim karıncalanır gibi
oluyor.Bir haykırma.
Ancak eminim ki bildiğim bir dil ile bir alakası var bu şiirin.
Yoksa sonraki bölüm müydü?
Köşeden siyaha çalan sokağı aydınlatıyor tekrar ay ışığı.
Yürünecek yol burasıdır diyor sanki.
Ama nasıl güveneyim?
Derin derin nefes alıyorum.
Sıcak gecede ağzımdan buharlar çıkıyor.
Bu bir saldırı olmasın?
İçimden çıksa bile, fark eder mi?
Düşman insanın burnundan bile girmez mi?
Kum tere, kim kim
kumtara,
Yap kara, yıl kara,
eftala.
Kumtere, kumsaka,
kumtara,
Elkara! Elkara! Elkara!
“Hayır” diye bir çığlık kopuyor içimden, “Hayır, ben bu dili biliyorum!”
Bin gözlü binanın gölgesinden keskin, biliyorum bu sihirli kelimeleri. Ve
bunlar, saçma sapan bir aşk şarkısının sözleri. Evet, o öyküyü hemen herkes
bilir. Hani o papağanına sevgilisinin adını ezberleten denizcinin öyküsünü.. Talihsiz
bir yerde gemisinden düştükten sonra bir adada mahsur kalmıştı da,denizciyi çok
seven sadık papağanı da peşinden uçup
yanına gelmişti. Ufak bir ada, ömür boyu
yaşanır ve herşeye yeter…Yani yaşamaya ve ölmeye.
Ancak, bir derdi vardı denizcinin. Tek arkadaşı olan papağan sürekli
olarak asla kavuşamayacağı sevgilisinin adını söylüyordu boyna; gagasıyla
yarasını deşercesine acıtıyordu kalbini. İşte bu şarkıyı o günlerde söylemişti
denizci; yani dayanamayıp papağanı kızartıp yedikten sonra… Küçük bir ada,
kaynaklar sınırlı. Ne kadar dramatik olursa olsun, herşey verimli kullanılmalı. Yani gagasından bir düdük yapmasının da bir izahı olmalı. Peki ya
o düdükle kurtulmasına ne demeli? Demek
ki sevgililerin de pratik faydası olabiliyormuş. Denizci son mısrada bunu
söylüyor zaten:
“Sevgililerin de vardır,
pratik faydaları!”
Hatırladım şimdi, buydu işte bildiğim mısra. Hayatımda bir işe yarar mı
bilmiyorum, Ama gecelerimi
kurtarabileceği kesin. En azından bir aşk yarasına sahip olsam bile, karanlık
bir binanın gölgesi altında ezilsem bile, yaramı gagalatmayacağımı biliyorum
artık...
17.06.2002
Ümraniye-
Mecidiyeköy
Yorumlar