O gün, sabah işe giderken, traş olmaya henüz başladığımda, yüzüme baktım ve gençliğimde, belki onaltı yaşımda oynadığım tiyatro oyunu aklıma geldi. Nedensizce, bir anda aklıma geldi.
Subay kıyafeti giydirmişlerdi bana, ikinci perdenin açılışında uzun, çok uzun bir konuşma yapıp, bir daha sahneye çıkmıyordum.
“Suçlular Çağı, Suçsuzlar Çağı”
O oyun, oynadıkça anlam kazandı. Ben subay kıyafetini sevdim. 1. Perde başlarken giyer, benim sıram gelene kadar küçük şehrin tek tiyatro salonunun girişinde dolanırdım. Genç kızlar beni beğenir, gözlerini çekmeden bana bakardı.
O zaman, “Bir asker olmalıyım, subay olmalıyım. Bu üniformayı hep giymeliyim.” dedim kendi kendime. “Yada onun gibi bir şey, vali olabilir, savcı, hakim olabilir. Ama gücü kendinden olan bir iş yapmalıyım.”
Öyle olmadı. Bir ufak işletmede, dükkanın arkasındaki ofiste muhasebede çalışan, ne fakir, ne zengin, sıradan birisi oldum.
Çünkü oyun, oynadıkça anlamını yitirdi. O etki, kayboldu. Ve son bir gün, bir kız ile buluşmak için oyuna gitmedim. Haber de vermedim.
Sonra o büyülü anların bileşkesi, yok oldu. Subay olmak unutuldu, kız beni sevmedi ve terketti. Ben o konuşmayı yapmamış, o sahnede yaşamamış gibi, normal hayatıma devam ettim.
Polis gelip beni ofisimden aldığında, bunu da hatırlamadım zaten. Bir arabaya bindirdiler, “Savcı Bey çağırdı.” dediler. İkinci Beyaz Devrim’den bir kaç ay sonraydı.
Savcının ofisine girdiğimde, aklıma hemen bu ofiste sigara içilmiş olması gerektiği geldi. Sigara kokusunu aldığımdan değil, o ofis, çocukluğumun devlet dairelerindeki her unsuru barındırıyordu, deri yıpranmış koltuk, eskimiş bir sehpa, kenarda yazı yazan bir sekreter kız, duvarda yeni devlet başkanının fotoğrafı, kirli pencereler, yıpranmış perdeler ve ahşap zeminin gıcırtısı. Bir toz kokusu.
Ama kül tablası yoktu. Aslında, Savcı Bey beni elinde sigara ile karşılasa daha anlamlı, daha doğru olacaktı sanki. Ama yoktu işte. Eskinin kuralları yıkılmıştı bir kez ve artık bu ofislerde sigara içilmiyordu.
Gösterilen yere oturdum. Hiç sesimi çıkartmadım.
Savcı Bey, polisleri dışarı çıkarttı. Böylece biz sekreter kız ile birlikte kaldık, bir de kendisi. Sekreter kız eli daktilonun üzerinde, sanki nefes alışımızı da yazması gerekiyormuş gibi, gözlerini boşluğa dikmiş, bir çeşit hipnoz halindeydi sanki.
Savcı zayıf, genç, benden çok genç bir adamdı. Sakalları çıkmıştı. Bana işimle ilgili sorular sordu, kaç yıldır çalıştığımı sordu.
Bir süre, sanki birisi ile arkadaş olmaya çalışıyormuş da, araştırmış, bakmış, soruşturmuş ve sonunda insanlar arasından birini arkadaş olarak seçmiş onu da polislerle getirtmiş gibi hissettim.
Bir süre, elini cebine atacak, bir sigara paketi çıkartacak ve o paketin kenarındaki delikten sigaranın çıkması için, paketi masaya “tık tık” vuracak ve sigarayı ağzına, ince dudaklarının arasına alıp, ince parmakları ile diğer cebinden çıkarttığı ucuz ve üzerinde banka reklamı olan çakmakla yakacak diye bekledim.
Sigara çıkartmadı ve yakmadı. Zaten dişleri de sarı değil, oldukça beyazdı ve belli ki sigara içmiyordu.
Ben de sigara içmiyordum. Böylece kimse kimseye “sigara içer misin?” diye sormadı. Ve böylece odanın eksikliği olduğunca devam etti.
“Sizi üç ayrı suç için çağırdım” dedi. “Artık konuya girelim, değil mi?”
İçim titredi. Hangi suç?
“Ama önce bana bir bilgi vermeniz lazım, bu suçların delilleri bir kahverengi deri çantanın içindeydi. Köşeli bir çanta, derisi yıpranmış, bazı yerleri açık renk bazı yerleri koyu. Kenarlarından, metal iskeleti görünüyor ama ince ince. “
Durdu. Bana baktı.
Çantayı, bu kadar detaylı anlatması beni şaşırttı. Sanki kendi çantası kaybolmuş da onu arıyormuş gibi, çantası çalınmış, çalan zavallı hırsız da bir savcının çantasına denk gelmiş ve hayatının en salakça, aptalca hırsızlığını yapmış, şimdi cinayet ile yargılanır gibi bir çanta hırsızlığından yargılanacakmış ve cezaevinde her gün “çala çala bir savcının kahverengi deri çantasını çaldım” diye kendi kendine söylenecek, arada bir sağ elini yumruk yapıp, zayıflamış ve beyaz saçların altında artık cildi şeffaflaşmış kafasına vuracakmış gibi geldi.
O hırsızın ne kadar talihsiz, ne kadar zavallı olduğunu düşünürken, Savcı bu hayal dünyasından beni çıkarttı birden bire.
Sesi gürlemedi ama sakin de değildi.
“Bu çantayı hatırlıyor musunuz? Nerede olduğunu biliyor musunuz?”
O canlı tarif, gözlerimin önünden geçen yaşanmamış o anılar, bir tiyatro sahnesinde oynanırcasına çantanın çalınmasını düşünmem, hayal etmem, aklımı karıştırdı ve gerçekten çantayı görmediğime kendimi ikna etmem bir kaç saniye aldı. Kesin olarak o çantayı hiç görmemiştim, o ana kadar emindim.
“Hayır” dedim. “Böyle bir çanta bilmiyorum. Hiç görmedim. İlk defa birisi bana böyle bir çantadan bahsediyor. “
Sessizlik, sigara yakılacak bir sessizlik oldu.
“Bu çantada, kara devrim sonrasına ait iktidarın suçlarına dair deliller var. Üç suçun delili orada. Ve biz o çantayı bulmak istiyoruz. “
Sustu.
“Ben size çay söyleyeceğim, bir sorgum var. Onu yaparken düşünün ama kimse ile konuşmayın. Sadece düşünün.” dedi ve çıktı.
Çayı kısa boylu, bıyıkları sigaradan sararmış bir adam getirdi. Sessizce bıraktı. Sekreter, parmaklarını daktilodan kaldırdı ama baktığı yerden gözlerini ayırmadı.
Ben çantayı düşündüm. O çantayı hiç görmediğimi düşündüm, bir kez daha. Ama sonra bir an, o çantayı bir otobüsün çanta konulan rafından alırken gördüm kendimi. Çantanın bana bakan tarafında ismimin ve soyadımın baş harfleri kazınmıştı, acemice. Çantanın kolu, yıpranmıştı ve ter, insan yağı ile cilalanmış gibi görünüyordu. Çantanın yavaşça, sürtünerek, metal raftan çıkışını, yandaki ufak valizlere sürtmesini, çıkarttığı sesi, tokasının metallere çarpışını hatırladım. Çantayı alırken, güneşin bir yerden, bir pencereden, bir saatin camından, bir kolyeden, bir yerden ama bir yerden, yansımasını ve kahverengi deri üzerinde, bir boşluk, bir beyazlık oluşturmasını hatırladım.
Çantanın içi çok dolu değildi ama boş değildi. Düşündüm. O çantayı ben ne zaman gördüm, niye üstünde ismim var.
Savcı geri geldi.
“Galiba bir kez gördüm” dedim . “Sanki bir yolculukta gördüm.”
Bir zile bastı. Bir polis geldi. “Bir yolculukta görmüş.” dedi.
Birbirlerine uzun uzun baktılar. “Tamam Savcı Bey” dedi “Ben araştırıyorum.”
Hangi yolculukta gördüğümü bilmeden, içinde ne olduğunu bilmeden, neyi araştıracaklarını anlamadım. Ama polis gitti.
Sanki o yolculuk, bilinen bir yolculuktu, o yolculuk herkesin takip ettiği, nerede başladığı ve nerede bittiği bilinen bir yolculuktu. O yolculuk, bir amacı olan, o amacın herkes tarafından önemsendiği, herkesin hayatında bir değişikliğe sebep olacak ama o değişikliğin ne olduğu henüz bilinmeyen bir yolculuktu. O otobüs, o otobüsteki diğer inanlar, o otobüsün şöförü, başladığı durak, vardığı yazıhane, ödediğim bilet parası, giderken ikram edilen ve plastik kokan su, aracın çıkarttığı hırıltı, hızla girdiği kasis ve her frene bastığında duyduğumuz tıslama sesi devrim için, insanlar için, devlet için ve en sonunda Savcı için çok önemliydi. Ve bunu ben bilmeden, o yolculukta amaçsızca giderken, herkes biliyordu.
Bir süre daha sessizlik oldu. Masanın ayaklarını saydım, onlara sandalyelerin, sehpaların ayaklarını ekledim. Sandalyenin ayaklarında, insanların ayaklarının çarpmasından kaynaklanan çizikleri izledim. Sonra bizim ayaklarımızı da ekledim. Odada bir sürü ayak olduğunu gördüm. Odada bir insanın bir kerede tahmin edebileceğinden çok ama çok daha fazla ayak vardı.
Sessizlikten cesaret alarak, “Savcı Bey, benim suçum ne acaba öğrenebilir miyim?” dedim. “Ben sıradan, çok sıradan bir insanım. Kara Devrim’e hiç bulaşmadım. O iktidara hiç katılmadım, toplantılarına gitmedim. Niye buradayım hiç anlamıyorum.”
Savcı güldü. “Bence suçlusunuz ama suçunuzu henüz siz de bilmiyorsunuz.” dedi “Bakın size bir kaç soru sorayım, araştırdığım suç ile ilgili… Bakalım ortaklığınızı kabul edecek misiniz?”
Sessizlik oldu. Önce sakince cevap vermek istedim. İçimde önce korku, büyük bir korku çağladı. Belki çanta gibi, bu suça ortak olduğumu bilmiyordum. Bilemiyordum. Belki birazdan, bir ışığın yansıması gibi bu suça ortak olduğumu hatırlayacaktım.
Sonra o korku geçti.
Sinirlendim. Öfkem, dişimin arasından sızdı. “Buyrun, sorun” dedim “Benim saklayacak hiç bir şeyim yok. Ben iyi bir vatandaşım. ”
Ayağa kalkacaktım ama korktum. Sırf bunun için beni hapse atabilir, uzun zaman gün ışığı göremeyebilirdim. Kara Devrim sonrasında bunlar sıradandı, Beyaz Devrimlerden sonra hiç bir şey değişmedi. Kara Devrim’den önce de sık sık insanlar ortadan kaybolurdu.
Sıradan insanlar değil ama hep birileri ortadan kaybolurdu.
“Siz, büyük Kuzey Depremi olduğunda, ölenlerin sayılarının doğru olmadığına dair insanlar ile konuştunuz mu?” dedi Savcı.
Sustum. “Konuştum galiba.” dedim “Ama basın yayın müdürlüğünün verdiği rakamlar da makul gibiydi fakat ben hep içten içe daha fazla kayıp olduğuna inandım. Hatta kabuslar gördüm. “
Masasının üzerine eğildi. Dikkatle yüzüme baktı. Kaşlarını çattı.
“Kabuslarınızı sormuyorum beyefendi.” dedi sinirle. “Kimseye gidip bu kayıpların sayısı az bildiriliyor, en az beş katı, on katı insan öldü dediniz mi?”
Biraz korktum, küçüldüm, omuzlarım küçüldü, aklım küçüldü sonunda sesim küçüldü.
“Hatırlamıyorum” dedim. Fısıltıya yakın bir sesle.
“Hatırlarsınız” diye bağırdı. Gözleri yuvalarından çıkacak gibi oldu. Eli, parmakları masayı bir çarşafı tutar gibi tutacak, ahşaba parmaklarını geçirecek gibi geldi.
Başımı salladım. Hatırlamadığımı anlatmaya çalıştım. Sustum.
“Yaz!” diye bağırdı, sekretere dönerek. Sekreter değil, ben sıçradım. “Ölenler ile ilgili hiç bir şey hatırlamıyor.”
Tıkırtılar, iki soru arasındaki boşluğu doldurdu.
“Peki” diye gürledi Savcı. “Memurların erken emekli edilmesi yolu ile maaşlarının azaltılması ve devletin kara geçmesi için yapılan uygulama ile ilgili ne düşündünüz? Bu konuda şehrimizde yapılan protesto gösterilerine katıldınız mı?”
Beklemeden, hızla cevap verdim.
“Hatırlamıyorum. Katılmadım tabi gösteriyi izliyordum ama bu konuda bir düşüncem yoktu. Ben memur değilim ki?”
Yine gürledi. Yumruğunu “işte bu!” Dercesine masaya vurdu. Masadaki kalem vurmasının şiddeti ile, kağıtlar ise yumruğunun rüzgarı ile havalandı. Kaçan kağıtları çabukça tuttu.
“Yaz kızım. Gösteriler ile ilgili bir bilgisi yokmuş, onu da hatırlamıyormuş, beyfendi. Vatandaş! Bu vatandaş onu da hatırlamıyor. ” Bunu alaycı, kötü bir şekilde söyledi.
Daktilo tıkırdadı.
Savcı masayı dolaştı, yanıma geldi. “Hatırlamazsınız tabi. Nasıl o çantayı hatırlamıyorsunuz. Bunu da hatırlamazsınız.”
Yukarıdan bana baktığını hissediyordum ama gözümü önümden, hala masada oturuyormuş gibi oturduğu yerden alamıyordum. Oysa onun gölgesi, korkusu ile birlikte iyice üstüme çökmüştü.
“Benim bir başka vatandaştan farkım yok!” Dedim incecik, korku dolu, pişmanlık dolu bir sesle. “Herkes ne yaptıysa onu yaptım, iyi bir vatandaş oldum.”
Çanta, artık kokusu ile aklımı işgal etmişti. O Çantayı nereden bildiğimi hatırlamıyordum, sıradan, basit bir çanta işte. Ama o çantayı otobüsün rafından alışımı, elimde sıkı sıkı tutarak otobüsten inişimi hatırladım. Ama nerede? Çantanın içinde ne var? Hatırlamadım.
“Evet!” dedi Savcı, “Kızım yaz. Hiç birşeyi hatırlamıyor!”
Tıkır tıkır yazdı kız.
Sesim titredi. “Savcı Bey” dedim ama gözlerim daktilodaydı. “Benim hiç bir suçum yok, ben kimse ile görüşmedim. Ne Kara Devrim’den sonra ne Beyaz Devrimlerden sonra. Hiç bir siyasi görüşe iştirak etmedim. İşten eve, evden işe!”
“Yaz kızım.” Dedi, “Vatandaş işten eve, evden işe gitmiş.”
Savcı gözlerinden ateş çıkacakmış gibi baktı. Hala tepemde gürlüyordu, dudaklarından gürültü, öfke, tükürük çıkıyordu artık.
“Biliyorum… Senin gibileri biliyorum. Etmedin tabi! Böyle söyleyeceksin elbette!” dedi.
“Son sorumu soruyorum: Kurtuluş Partisi lideri cezaevine girdiğinde, onun hakkında ne söyledin? O orada öldüğünde, arkasında çocuklarını bıraktığında ne söyledin?”
Artık baskıya dayanacak halim kalmamıştı. Bu orada bir sigara olsa içerdim, hiç sigara içmediğim halde.
“Ben hiç bir şey söylemedim. Ben hiç bir şey yapmadım. Masumum, sıradan bir insanım. Herkes gibi. Parti lideri girdiğinde çok üzüldüm, ama arkasından kötü tek bir kelime etmedim. Kötü bir imada bulunmadım. Neden yapayım?”
Savcı yüzüme baktı. Tükürecek zannettim.
Tam o sırada bir polis içeri girdi, elinde kahverengi deri bir çanta vardı. Benim çantam. Savcı çantayı masaya koydu.
Çanta gözümün önünde büyüdü, valize dönüştü sanki, odaya, dünyaya dönüştü.
“Aç” diye bağırdı Savcı “İçine bak”
Açtım. İçinde gazete küpürleri vardı. Savcının sorduğu bu olaylara dair gazete küpürleri. Benim biriktirip, sakladığım gazete parçaları. Özenle kesilmiş, bu çantanın içinde biriktirilmiş.
Bütün bu olayların oluşunu hatırladım. Oldukça, yaşandıkça hepsini sakladım. Unutursam diye. Ama unuttum. Çantayı da unuttum.
“Gidebilirsiniz.” dedi Savcı. “Bu ceza size yeter.”
Polisler, çantamı da aldılar ve beni aldıkları yere, sıradan hayatıma geri bıraktılar.
#Oyku
Yorumlar