Küçük, yavru köpeğin koşuşunu izledim.
Bir anda yattığı yerden, neredeyse ölü gibi duruyor olduğu halde, fırladı. Uzakta bir yerde gördüğü bir ışık hareketinin peşine düştü. Ama sonra dikkati dağıldı. Odanın içinde, kapının olduğu yerden, ani bir hareketle koltuğa doğru atladı. Başka zaman üzerine çıkamadığı koltuğa, bir anda zıpladı, kulaklarının ve ayaklarının hareketini görmek mümkün değildi. Gözleri benim görmediğim bir şeye odaklanmış gibiydi ama o şey olduğu yerde durmuyor gibiydi. Koltuk boyunca koştu, sonra koltuğun kolçağında bir an duracak gibi oldu ama durmadı. Yere atladı, kapıya doğru koştu, oradan döndü televizyonun önündeki oyuncağını ısırdı, onunla bir iki adım attı ama atarken başını salladı, dişlerinin beyazını gördüm.
Sonra…
Sonra yoruldu ve olduğu yere çöktü, sanki hiç kımıldamamış, hiç hareket etmemiş gibiydi. Gözleri, büyük siyah gözlerinin ardından beyazı çıkarak çevreyi izlemeye başladı. Esnedi. Büyük, kocaman, dünyayı yutacak gibi bir esneme ile esnedi. “Puff” diye bir kocaman nefes verdi. Sonra gözleri tatlı tatlı kapandı ve uyudu.
Bunlar bir iki dakika içinde oldu.
En sevdiğim uykuyu düşündüm. Eve geldiğimde hasta olduğumu hissettiğim o uyku, kırgın, kırık, ağrılı uyku. En sevdiğim, en tatlı uyku budur.
İnsanın, başka bir şey yapmaya karşı hiç bir sorumluluğunun kalmadığı, gerçekten affedildiği, her türlü işten kurtulduğu, kimsenin “niye uyuyorsun” diyemediği, “bu saatte uyunur mu?” diyemediği o uyku.
En tatlı uyku, hastalık uykusudur.
Oysa, şimdi, bütün gün ofiste çalıştıktan, saatlerce konuştuktan ve aslında sonundan bakınca anlamsız ve işe yaramaz bir çok konuyu anlattıktan sonra, uyumak istediğim uyku, yorgunluk uykusu, kirli ve faydasız geldi.
Kirli, çünkü faydalı bir şey yapmanın uykusu gibi değildi, faydasız, işe yaramaz bir yorgunluğun uykusuydu.
Oysa, küçükken, çok küçükken bir kez bir komşumuzun evini taşımıştık.
O yorgunluk, öylesine güzeldi ki.
Şehrin, tozlu günlerinden biriydi. Bir yaz günü, bir önceki gün arkadaşım “yarın yardıma gelir misiniz?” demişti. Evden tanışınıyorlardı. Babasının tayini çıkmıştı, tayini çıkmak ne anlama geldiğini bilmediğimiz ama bildiğimiz kadarı ile birisinin bir yere gitmesini gerektiren bir şeydi.
Mahalledeki top oynayan arkadaşlarına “yardıma gelir misiniz?” dedi.
“Geliriz” dedik. Hüzünlü bir andı ama olabildiğince hüzünlü değildi. Daha hüzünlü olabilirdi, fakat biz top oynamış, koşmuştuk. Daha saklambaç oynayacaktık, daha ebelemece oynayacaktık, yakar top oynayacaktık. Terleyecek, yorulacak, sonra o bahçedeki küçük çeşmede sıraya girip, ağzımızı dayayıp, doya doya, şişene kadar, ıslanana kadar su içecektik.
Pis kokacaktık ve yorulacaktık.
Ertesi gün, annemden de izin alıp, sabah kalktım, üstüme eski kıyafetler giydim, annem “çok yorma kendini” dedi. Dedi herhalde.
Duymamış olabilirim.
Eski spor ayakkabılarımı, kapının önünde ayağıma geçirdim. Koşarak merdivenlerden indim, iki sokak arkada, stadın yolunaki küçük bahçeli eve girdim ve arkadaşımın evinin önüne geldim. Bir küçük kamyon, kırmızı, ahşap bir kasası vardı, yanında bir küçük tabure, sigara içen bir şişman şöför, ayakkabıları eski, yüzü kirli, terli. Şimdiden terli.
Buzdolabını bina kapısından geçirmeye çalışan hamallar.
Onların yanından süzüldüm, kolay oldu, çünkü çok küçüktüm, zayıftım.
Evin kapısına geldim. Alışkanlıkla ayakkabılarımı çıkartmak istedim ama sonra herkesin ayakkabı ile girdiğini gördüm. Garip geldi.
Eşyalar kutulanmıştı, arkadaşım geldi, omzuma eli ile acemice dokundu. “Naber” dedi. “İyilik” dedim. “Hadi” dedi, “Şu kutuları alalım”.
Babası ve annesi mutfakta çay içiyordu, sigaralarının bitmesini bekliyorlardı.
Beni görmediler. Hüzünlü duruyorlardı. Sanki şehirden ayrılmıyorlardı, sanki başka bir şeyler oluyordu ama ben anlamıyordum.
Kutuları, eşyaları taşımaya başladık. Kutuları biraz koşarak, biraz yürüyerek kamyona götürüyordum. Daha önce girmediğim odalara, yada girdiysem de böylesine girmediğim odalara girmek garip geldi. Eşyaların görmediğim taraflarını gördüm.
Annesi mutfakta bardakları gazete kağıtlarına sarıyordu. Yavaş yavaş.
Arada bir bize “Su için oğlum” dedi, çeşmeden su verdi. İçtik.
Sonra bir ara çağırdılar, ismimle seslendiler. “Gelin. Yemek geldi.”
Gittik, elimize birer lahmacun tutuşturdular. Poşette yumuşamış. Yanında plastik bardakta kola. Hammaları seyrettim. Onlar, bir kerede yuttular. Konuşmadan birbirlerine kola koydular. Biri diğerine “Şu yatağı atalım hele.” dedi. Diğeri başını salladı, lahmacunu çiğnerken.
Oturmalarını izledim. Yorgun olmamalarını.
Oysa ben şimdiden çok yorulmuştum.
Sonra kalktık, odaları dolaştık. Eşyaların çoğu gitmişti. Yerde eşya parçaları, kırılmış bir oyuncağın kaybolmuş tekerleği, bir parça bez, gazete yada kitap parçası. Perdesiz pencereler, eskimiş boyaların döküldüğü ama başka zaman görünmeyen renk farklılıkları, baca borularının izleri, kurum, tuvalette kötü sabun kalıntıları.
Dün içinde yaşanan ev, bir anda terk edilmiş gibi oldu.
Dün eve duyulan saygı bir anda yok oldu. Artık evi ezebiliyor, istediğimiz yerine girebiliyor ve bakabiliyorduk.
Akşam üstüne doğru, taşınacak eşya kalmadı. Ampuller söküldü. Gün aydınlıktı, bize engel olmadı.
Arkadaşım, annesi, babası eski Renault 12 arabalarına binmek için hazırlandılar. Benimle vedalaştı, annesi “annene selam söyle evladım. Tokat’a gelirseniz bizi arayın.” dedi. Babası bir sigara daha yaktı. Kamyonun kapağı kapandı.
Yola çıktılar.
Arkadaşımın arka camdan, kutuların arasından bakışını hatırlıyorum, kötü bir fotoğraf karesi gibi.
Eve gittim. Anneme “gittiler” dedim. Duymadı gibi oldu. “Git yıkan, toz içindesin. Terlemişsin” dedi.
Şehir hala sıcak ve tozluydu. Yıkanmadan önce koltuğa uzandım, uyumuşum.
Öylesine tatlı bir yorgunluktu ki. Öylesine dolu, öylesine mutluluk veren. Hüzünlü, belki evet, ama tatlı.
O yorgunluğun mükemmelliğini özledim.
Köpeğin koşturmasında o yorgunluğu gördüm, doygun, insanı tatmin eden bir yorgunluk.
Yorumlar